Değişim, artan bir ivmeyle devam ediyor. Değişen sadece madde değil. Kavramlar bile bu değişimden nasibini alıyor. Cehalet kavramı da bundan nasiplenenlerden... Cehaletin sözlük anlamına baktığımız zaman “bilgisizlik” kelimesini görüyoruz. Aynı zamanda hakaret unsuru olarak çok fazla kullanılan bir kelime olan cahil kelimesi de, cehaletin sıfata dönüşmüş hali... Özellikle aşağılamak amacıyla insanların birbirine en fazla yapıştırdığı sıfatlardan bir tanesi. Aslında her insanın cahil bulunduğu bir konu olduğu halde, cahil tanımı daha çok genel düşünceler üzerinde değerlendirilmekte. Bu da insanın kendine bu kötü sıfatı yakıştırmak istememesinin en büyük bahanesi aslında. Kitap okuyan okumayana, eğitimli insan daha az eğitimlisine, büyük küçüğe, haberleri takip eden etmeyene, kendi düşüncesine katılmayan biri diğerine, kısacası bilgiye daha fazla sahip olduğunu düşünen, her zaman bir üstünlük kurmadaki en önemli silahını bu sıfatla kullanıyor. Bunun perdesini aralayıp arkasındaki sebebe baktığınız zaman kocaman puntolarla şu mantığı okuyabiliyoruz; bilgi en büyük güçlerden biri...
Bilgi, doğru veya yanlış kullanılsın hiçbir zaman güç olma özelliğini kaybetmiyor. Bilgiye sahip olan diğer güç unsurlarını elde etmede avantaja sahip oluyor. Bu nedenledir ki bilgiyi elde etmek adına büyük savaşlar oluyor. Bilgiye sahip olanı transfer etmek için astronomik ücretler veriliyor. Bilgi soyut bir kavram olmasına rağmen bütün somut kavramları etrafında toplayabiliyor.
Gücü meydana getiren unsurların en önemlisi de o şeyi elde etmek için gereken zorluk. Bir şeyi elde etmek ne kadar zorsa, onu elde ettiğin takdirde sana kattığı güçte o orantıda oluyor. Para, bilgi, iktidar, hitabet vs gibi kavramlar bunun en büyük ispatı. Bu nedenle bilgiyi elde etmek kolaylaştıkça bilginin kattığı güç azalıyor.
Geçmişten itibaren şöyle bir hafızamızı yokladığımız zaman garip sonuçlarla karşılaşabiliyoruz. Bilginin katlanma hızına baktığımız zaman, özellikle son yüzyılda dünyanın çok farklı noktalara ulaştığını görebiliyoruz. Bunu meydana getiren en önemli kavram iletişim! İletişim bilginin gücünü azaltan bir etken olmakla birlikte bilginin artışını tetikleyen en büyük kavram. İletişimin artmasıyla bilginin taşınma hızının artışı, bir yandan bilginin değerini düşürse de diğer yandan yeni bilgilerin ortaya çıkmasını sağlıyor.
Eskiden at üstünde, yaya olarak, ağızdan ağza, mektuplarla ve kitaplarla uzun sürelerde yayılabilen bilgi, bugün artık saniyelerle ifade edilebilecek hızda yayılabiliyor. Matbaa, radyo, televizyon, bilgisayar, internet sıralamasını yaptığımızda bilgi, bu araçlar aracılığıyla büyük kitlelere çok kısa sürelerde yayılmaya başladı. Özellikle internetin son 10 yılda insanları ve dünyayı ne kadar geliştirdiğini düşündüğümüz zaman bu hıza parmak ısırmamak elde değil. Bilgi artık saniyeler içerisinde dünyanın en uzak ucundan size gelebiliyor. Artık öyle duruma gelindi ki, medya bile haberlerde bir haberi yayınladım kaygısından çok, haberi en önce yayınlamak, en önce insanlara duyurmak kaygısına düşüyor. Dolayısıyla bu noktada bilgisiz insan sayısı ciddi oranlarda azalıyor. Bilgiyi artık 3-4 yaşındaki ufaklıklardan bile duyduğunuz olabiliyor. İnsanlar duyuyor, duyuyor, duyuyor ve bilgiyi ediniyorlar.
İşte tam bu noktada “cehalet artık bitti” gibi bir yanıltıcı düşünceye düşmemek gerekiyor. Çünkü tüm bunların sonucunda cehaletin tanımı değişiyor. Bana göre artık cehalet; bilgiyi elde edememek değil, insanların bilginin doğruluğunu veya yanlışlığını araştırmadan, kendi mantık ve fikir süzgecinden geçirmeden, bilgiyi özümsemesi, bu bilgiyi yayması ve savunmasıdır. Yazı konumu kardeşim Büşra’ya anlattığım şu cümlelerde güzel tespitte bulundu; “Cahil insanın beyninde elek eksiktir. O dışardan duyduğu bütün bilgileri alır. Fakat eleği olmadığı için hepsi amaçsızca beyninde birikir. Bilgileri ne ayırır, ne de düzenler.”
Üniversiteye başladığımızda iktisat dersinin ilk derslerinde Prof. Dr. Orhan Sezgin hocamız iktisat biliminin aslında herkes tarafından bilindiğini şaka yollu olarak anlatmıştı. Taksiye bindiğinde veya bir misafirliğe gittiğinde, birçok kişinin, beni ekonominin başına geçirseler sözüyle başlayarak, şöle yaparım böle yaparım, şöle yapsalar ülke kurtulur gibi ekonomiyi kurtarma edebiyatı yaptıklarından bahsediyordu. Bu teşhisi bizim de her an yaşama imkanımız oluyordu. Zaten ekonomik kriz içinde bulunduğumuz o dönemde şu tür benzer diyaloglara muhatap oluyorduk;
Keynes’in İstanbul şubesi : Üniversite mi okuyosun?
İktisat Öğrencisi : Evet.
Keynes’in İstanbul şubesi : Hangi bölüm?
İktisat Öğrencisi : İktisat.
Keynes’in İstanbul şubesi : İktisatçılar ne iş yapar? (birazdan ekonomiyi kurtaracak ama iktisat’ın ekonomiyle eş anlamlı olduğunu bilmiyor :) )
İktisat Öğrencisi : İktisat ekonomi demek. Ekonomist oluyoruz yani.
Keynes’in İstanbul şubesi : Ekonomide çok büyük yanlışlar yapılıyor. Yaw olayın çözümü üretim. Vericeksin teşvikleri. Yerli sanayiye, esnafa, halka. Üretecek millet kardeşim. Yaw ürettin mi, işsizliğin azalacak, gelirin artacak, dışa bağımlı kalmıcaksın, bi sürü faydası var… Para likitalarında da bi sürü hata yapılıyor.
İktisat Öğrencisi : Para likitaları diil abi. Para politikaları.
Keynes’in İstanbul şubesi : Ha likita ha politika. Ben geçen gün izlerken sonuna yetişmişim demek ki. Zaten politikayı da likitaya çevirdiler. Yani işte basit şeyler bunlar. Ben bile biliyorum bunları, ekonominin başındakiler nasıl akıl edemiyorlar anlamıyorum.
İktisat Öğrencisi : (Geyik olsun diye) Hımmm... Abi sen aşmışın. Bizim profları sollarsın sen. :)
Keynes’in İstanbul şubesi : Öle tabi ya. Bizde eğitimimizi televizyondan alıyoruz. İzliyoruz bi sürü ekonomi programı. Ne gerek var o kadar okula git falan. Sen ne diyosun bu konuda, katılıyosun di mi?
İktisat Öğrencisi : (Herkesin iktisatçı olduğu bir ortamda iktisatçı olmanın çelişkilerini ve asıl problemin zaten nasıl üretilecek sorusu olduğunu düşünerek) Abi biz daha o konulara gelmedik. :) Bir de John Lyly demiş ki; boş kap, dolu fıçıdan çok ses çıkarır.
Aynı hocamız “aslında iktisatçı olmak yerine bir beyin cerrahı olsanız bu tür durumlarla karşılaşmazsınız” demişti ama ben ondan da pek emin değilim. Sadece sosyal bilimler için geçerli bir durum değil bence. Yoksa 1999 depremi sonrası birçok kişinin Jeofizik Mühendisi kesilmesini neyle açıklayabilirdik. :)
Herkes her şeyi biliyor artık (bildiğini düşünüyor). Ordan okumuş, burdan duymuş, televizyonda görmüş, internette mailine gelmiş... Hiçbir şekilde özümsemeden, farklı bilgi kaynaklarından geniş çapta bilgi alınmadan, kendi mantık süzgecinden geçirmeden, kendi fikriymiş gibi anlatıyor yeni tanımımdaki cahil insan. Ezberci bir bilgi var ortada. Mantıklı bir değerlendirme yok. “Tek bir şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmiyorum” diyen Sokrates’in gösterdiği erdeme inat, her şeyi bildiğini düşünen insanların sayısı giderek artıyor. Hayata, olaylara, her şeye başkasının gözlükleriyle bakmayı çok daha kolay buluyor. Dolayısıyla eskisinden daha tehlikeli bir cehalet meydana geliyor. Cehaletin tanımı değişse de yine de Konfüçyus’un öğütünü her zaman akılda tutmak gerekiyor;
Bildiğini bilenin arkasından gidiniz,
Bildiğini bilmeyeni uyarınız,
Bilmediğini bilene öğretiniz,
Bilmediğini bilmeyenden kaçınız.
Bilgi, doğru veya yanlış kullanılsın hiçbir zaman güç olma özelliğini kaybetmiyor. Bilgiye sahip olan diğer güç unsurlarını elde etmede avantaja sahip oluyor. Bu nedenledir ki bilgiyi elde etmek adına büyük savaşlar oluyor. Bilgiye sahip olanı transfer etmek için astronomik ücretler veriliyor. Bilgi soyut bir kavram olmasına rağmen bütün somut kavramları etrafında toplayabiliyor.
Gücü meydana getiren unsurların en önemlisi de o şeyi elde etmek için gereken zorluk. Bir şeyi elde etmek ne kadar zorsa, onu elde ettiğin takdirde sana kattığı güçte o orantıda oluyor. Para, bilgi, iktidar, hitabet vs gibi kavramlar bunun en büyük ispatı. Bu nedenle bilgiyi elde etmek kolaylaştıkça bilginin kattığı güç azalıyor.
Geçmişten itibaren şöyle bir hafızamızı yokladığımız zaman garip sonuçlarla karşılaşabiliyoruz. Bilginin katlanma hızına baktığımız zaman, özellikle son yüzyılda dünyanın çok farklı noktalara ulaştığını görebiliyoruz. Bunu meydana getiren en önemli kavram iletişim! İletişim bilginin gücünü azaltan bir etken olmakla birlikte bilginin artışını tetikleyen en büyük kavram. İletişimin artmasıyla bilginin taşınma hızının artışı, bir yandan bilginin değerini düşürse de diğer yandan yeni bilgilerin ortaya çıkmasını sağlıyor.
Eskiden at üstünde, yaya olarak, ağızdan ağza, mektuplarla ve kitaplarla uzun sürelerde yayılabilen bilgi, bugün artık saniyelerle ifade edilebilecek hızda yayılabiliyor. Matbaa, radyo, televizyon, bilgisayar, internet sıralamasını yaptığımızda bilgi, bu araçlar aracılığıyla büyük kitlelere çok kısa sürelerde yayılmaya başladı. Özellikle internetin son 10 yılda insanları ve dünyayı ne kadar geliştirdiğini düşündüğümüz zaman bu hıza parmak ısırmamak elde değil. Bilgi artık saniyeler içerisinde dünyanın en uzak ucundan size gelebiliyor. Artık öyle duruma gelindi ki, medya bile haberlerde bir haberi yayınladım kaygısından çok, haberi en önce yayınlamak, en önce insanlara duyurmak kaygısına düşüyor. Dolayısıyla bu noktada bilgisiz insan sayısı ciddi oranlarda azalıyor. Bilgiyi artık 3-4 yaşındaki ufaklıklardan bile duyduğunuz olabiliyor. İnsanlar duyuyor, duyuyor, duyuyor ve bilgiyi ediniyorlar.
İşte tam bu noktada “cehalet artık bitti” gibi bir yanıltıcı düşünceye düşmemek gerekiyor. Çünkü tüm bunların sonucunda cehaletin tanımı değişiyor. Bana göre artık cehalet; bilgiyi elde edememek değil, insanların bilginin doğruluğunu veya yanlışlığını araştırmadan, kendi mantık ve fikir süzgecinden geçirmeden, bilgiyi özümsemesi, bu bilgiyi yayması ve savunmasıdır. Yazı konumu kardeşim Büşra’ya anlattığım şu cümlelerde güzel tespitte bulundu; “Cahil insanın beyninde elek eksiktir. O dışardan duyduğu bütün bilgileri alır. Fakat eleği olmadığı için hepsi amaçsızca beyninde birikir. Bilgileri ne ayırır, ne de düzenler.”
Üniversiteye başladığımızda iktisat dersinin ilk derslerinde Prof. Dr. Orhan Sezgin hocamız iktisat biliminin aslında herkes tarafından bilindiğini şaka yollu olarak anlatmıştı. Taksiye bindiğinde veya bir misafirliğe gittiğinde, birçok kişinin, beni ekonominin başına geçirseler sözüyle başlayarak, şöle yaparım böle yaparım, şöle yapsalar ülke kurtulur gibi ekonomiyi kurtarma edebiyatı yaptıklarından bahsediyordu. Bu teşhisi bizim de her an yaşama imkanımız oluyordu. Zaten ekonomik kriz içinde bulunduğumuz o dönemde şu tür benzer diyaloglara muhatap oluyorduk;
Keynes’in İstanbul şubesi : Üniversite mi okuyosun?
İktisat Öğrencisi : Evet.
Keynes’in İstanbul şubesi : Hangi bölüm?
İktisat Öğrencisi : İktisat.
Keynes’in İstanbul şubesi : İktisatçılar ne iş yapar? (birazdan ekonomiyi kurtaracak ama iktisat’ın ekonomiyle eş anlamlı olduğunu bilmiyor :) )
İktisat Öğrencisi : İktisat ekonomi demek. Ekonomist oluyoruz yani.
Keynes’in İstanbul şubesi : Ekonomide çok büyük yanlışlar yapılıyor. Yaw olayın çözümü üretim. Vericeksin teşvikleri. Yerli sanayiye, esnafa, halka. Üretecek millet kardeşim. Yaw ürettin mi, işsizliğin azalacak, gelirin artacak, dışa bağımlı kalmıcaksın, bi sürü faydası var… Para likitalarında da bi sürü hata yapılıyor.
İktisat Öğrencisi : Para likitaları diil abi. Para politikaları.
Keynes’in İstanbul şubesi : Ha likita ha politika. Ben geçen gün izlerken sonuna yetişmişim demek ki. Zaten politikayı da likitaya çevirdiler. Yani işte basit şeyler bunlar. Ben bile biliyorum bunları, ekonominin başındakiler nasıl akıl edemiyorlar anlamıyorum.
İktisat Öğrencisi : (Geyik olsun diye) Hımmm... Abi sen aşmışın. Bizim profları sollarsın sen. :)
Keynes’in İstanbul şubesi : Öle tabi ya. Bizde eğitimimizi televizyondan alıyoruz. İzliyoruz bi sürü ekonomi programı. Ne gerek var o kadar okula git falan. Sen ne diyosun bu konuda, katılıyosun di mi?
İktisat Öğrencisi : (Herkesin iktisatçı olduğu bir ortamda iktisatçı olmanın çelişkilerini ve asıl problemin zaten nasıl üretilecek sorusu olduğunu düşünerek) Abi biz daha o konulara gelmedik. :) Bir de John Lyly demiş ki; boş kap, dolu fıçıdan çok ses çıkarır.
Aynı hocamız “aslında iktisatçı olmak yerine bir beyin cerrahı olsanız bu tür durumlarla karşılaşmazsınız” demişti ama ben ondan da pek emin değilim. Sadece sosyal bilimler için geçerli bir durum değil bence. Yoksa 1999 depremi sonrası birçok kişinin Jeofizik Mühendisi kesilmesini neyle açıklayabilirdik. :)
Herkes her şeyi biliyor artık (bildiğini düşünüyor). Ordan okumuş, burdan duymuş, televizyonda görmüş, internette mailine gelmiş... Hiçbir şekilde özümsemeden, farklı bilgi kaynaklarından geniş çapta bilgi alınmadan, kendi mantık süzgecinden geçirmeden, kendi fikriymiş gibi anlatıyor yeni tanımımdaki cahil insan. Ezberci bir bilgi var ortada. Mantıklı bir değerlendirme yok. “Tek bir şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmiyorum” diyen Sokrates’in gösterdiği erdeme inat, her şeyi bildiğini düşünen insanların sayısı giderek artıyor. Hayata, olaylara, her şeye başkasının gözlükleriyle bakmayı çok daha kolay buluyor. Dolayısıyla eskisinden daha tehlikeli bir cehalet meydana geliyor. Cehaletin tanımı değişse de yine de Konfüçyus’un öğütünü her zaman akılda tutmak gerekiyor;
Bildiğini bilenin arkasından gidiniz,
Bildiğini bilmeyeni uyarınız,
Bilmediğini bilene öğretiniz,
Bilmediğini bilmeyenden kaçınız.
1 yorum:
Mevlana'nın
Bak .. Bil ki domuzların önüne inciler serilmez
Mücevherden sarraflar anlar ancak, başkası bilmez
Ne fark eder ki kör insan için elmas da bir camda
Sana bakan bir kör ise, sakın kendini camdan sayma.
mısraları geldi birden hatrıma.
Kendimi sorgulamaya başladım. Babam eskiden belleğini dinlediğiyle yükleyen insanlar için "Alış meselesi işte" derdi . Olayın aldığını biraz da tartma meselesi olduğunu güzel vurgulamışsın üstad. Ellerine sağlık
Yorum Gönder