Çanakkale Savaşı…
Tarihin o zamana kadar gördüğü en büyük çıkartma harekatı…
Dünya tarihinin genelinde de 1944 yılındaki Normandiya çıkartmasından sonra en büyük 2. çıkartma…
Karşılarında hiçbir kuvvetin dayanamayacağına güvenen bir kuvvet... Çanakkale'nin onlar için çerez olduğunu düşünen generaller…
Bir yanda Britanya İmparatorluğu, Fransa, Hindistan, Avustralya, Yeni Zelanda; diğer yanda Osmanlı'nın ölüme koşan askerleri…
Çok açık bir güç dengesizliği…
Ve akılalmaz bir müdafaa…
Ama gelin görün ki Çanakkale'yi bize öğretmediler okulda. Tarih derslerinde Çanakkale'yi savaş olarak görmüştük. Halbuki Çanakkale bir savaş değildi. Orada kurtarılan sadece topraklar değil, bir milletin kaderiydi. Okulda bizlere gösterilenlerden Çanakkale'ye dair tek hatırladığım 1914 - 1915 tarihleri oldu. Verilen sayısal rakamları (şu kadar top, şu kadar tüfek vs) zaten hiç hatırlamıyordum. Bize Çanakkale ruhundan bahsetmediler. Çanakkale ruhunu öğretmediler. Bize ölen 253.000 kişinin nasıl bir ruh haliyle savaştığını anlatmadılar. Havada uçuşan kollar, bacaklar, kafalar, yanında ölenlerle aynı kaderi paylaşacağını bile bile kurşuna, topa doğru koşan askerleri anlatmadılar. Savaş ortamının ne kadar vahim olduğundan bahsetmediler bize. Askerlerin sadece düşmana karşı değil, şehitlerin ve düşman kuvvetlerinin naaşlarından dolayı oluşan mikroplardan ve ihtiyaç gidermek için kazdıkları çukurlardan yayılan mikroplardan dolayı tifo'ya kolera'ya karşı da savaştıklarını söylemediler. Kahramanlarımızın o zorluklara karşı birde açlık ve susuzluk çektiklerinden hiç haberimiz bile olmadı. Çanakkale'de savaşanların dedelerimiz olduklarını söylediler, halbuki orda imkansızı başaranların çoğu, çocuk yaştaki askerlerden, daha yeni ergen olmuş gençlerden oluşuyordu. Zayıftılar, elbiseleri, botları falan yoktu. Üstlerinde yırtık kumaş parçaları, çoğu çarıklı veya çıplak ayaklarıyla, bazısı silahları bile olmadan düşmanın üzerine doğru koşmaktan bir an bile geri durmuyorlardı. Kadınların askere erzak taşıdığından, cephe arkasından destek verdiğinden bahsettiler fakat söyledikleri eksikti. Çünkü cephelerde savaşan, eli silahlı, cesur yürekli Türk kadınları göz ardı edilmişti. Bize düşmanın çoğunun kandırılmış sömürge devletlerinin askerlerinden meydana geldiğinin sözünü bile etmediler. Müslüman kardeşlerimizin bile bize karşı kışkırtıldığının esamesi duyulmadı. Savaşta yaralı taşıyan gemimizi ve bir hastanemizi vurmalarına karşın bizim onların Kızılhaç bayrağı çekilen bölgelerine kesinlikle ateş etmediğimizden bahsetmediler. Kızılay bayrağımızı görmelerine rağmen 18.000 gazimizi top atışlarıyla şehit ettiklerini bu yaşta ancak öğrenebildik. Winston Churchill'in zehirli gaz kullanma talebine, bunun insanlık suçu olacağını söyleyerek karşı çıkanlara cevap olarak Türklerin insan olmadığını söylediğini yeni duyduk. 200 yıl boyunca hiç yenilmeyen İngiliz Donanmasının ilk defa Çanakkale'de yenilgiye uğratıldığını araştırarak öğrendik. Ertuğrul Koyu'nu savunan Ezineli Yahya Çavuş'un, 63 arkadaşı ile 3.000 kadar düşman askerine tam 12 saat boyunca karşı koyduğunu, gece yarısı Harapkale'deki bölüğe çekildiklerinde sadece üç kişi kaldıklarını, niye daha önce duymadığımızı anlamakta zorlanıyorum. On milyonda bir ihtimal olan mermilerin havada çarpışmasının, Çanakkale'de yüzlerce kez yaşandığını ve toprağı eşelediğin zaman kemiklere rastladığını ve toprağın hala kırmızı olduğunu Çanakkale'ye gidenlerden duymuştuk çocukken. 130 kadar İstanbul Tıp Fakültesi son sınıf öğrencisinin şehit olması nedeniyle 1921 yılında mezun veremediğini kaç Türk insanı biliyor acaba?
Çanakkale ruhu bize anlatılmadı. Bize öğretilmedi. Nerde yanlış yapıldığını bilmiyorum ama birşeylerin yanlış yapıldığı veya birşeylerin yapılmadığı kesin. İlköğretimde Çanakkale gezisinin müfredata konulmaması sizce de hala büyük bir eksiklik değil mi? Yazıyla ilgili bilgileri araştırırken konuyla ilgili pedagogların da içinde bulunduğu Japon heyetin bize verdikleri önemli bir derse rastladım. Yaptıkları incelemeler sonucunda dönemin Başbakanı ve Milli Eğitim Bakanı’na şunu söylüyorlar;
- Sizin gençlerinizde milli bilinç yok! Bu eğitimle gençlerinize milli şuur vermeniz de mümkün değildir!.
Kendi gençlerine nasıl milli şuur kazandırdıklarını uzun uzadıya anlattıktan sonra çözüm yolunu çok açık ve net biçimde şöyle belirtiyorlar;
- Sizin binlerce Hiroşima ve Nagazaki gibi değerleriniz var. Bizimkilerden çok daha etkili tarihi bölgeleriniz var. I. Dünya Savaşı içinde meydana gelen ve bir metrekareye 6 bin merminin düştüğü, 250 bin gencinizin vatanı için can verdiği Çanakkale Zaferi'nin kazanıldığı bölgeler; çocuklarınız ve gençlerinizin şok olması için yeter de artar bile… Dünyanın en gelişmiş ve en güçlü ordularına karşı Türkler, olmazı olduruyor ve bütün dünyayı hayretler içinde bırakan bir zafer kazanıyorlar. İnancın, azmin ve iradenin, tekniği yendiğini ispatlıyorlar. Bütün dünyaya meydan okuyorlar. İşte sadece bu olay, bu bölge ve bu zafer dahi gençlerinizin milli bilinç kazanmalarına yetecek niteliktedir. Bu sebeple gençlerinizi gruplar halinde Çanakkale'ye götürüp gezdirmelisiniz. Her Türk genci, Çanakkale Savaşları'nın olduğu bölgeyi mutlaka gezerek görmeli ve öğrenmelidir. Daha sonra onlara demelisiniz ki: 'Sizler birlik ve beraberlik içinde çalışmazsanız, güçlü ve kuvvetli olmazsanız, düşmanlar yine Çanakkale'ye gelirler, ülkenizi işgal eder ve öz yurdunuzda hür yaşamayı size çok görürler…'
Çanakkale Şehitlerimizin mezarlarını ziyaret etmenin onlara vefa göstermekle yakından uzaktan ilgisi olmadığını düşünüyorum. Orada yaşananları bilmenin, anlatmanın, insanın istediği zaman neler yapabildiğinin açıkça görüldüğü o mekanı ziyaret etmekle insanın kendisine ve ülkesine kazandıracaklarının şehitlerimize gösterilebilecek en güzel vefa olacağını düşünüyorum. Onlar zaten kendilerine vaat edilene kavuştular. Bizim onların uğruna öldükleri değerlerimizi korumak, onlara karşı en önemli görevimiz. Bu konuda devletin, Çanakkale Şehitlerine olan borcu da her yıl 18 Mart günleri törenler düzenlemek değildir. Devlet çağın gerektiği şekilde dünyada eşi olmayan zaferi herkese göstermek zorundadır. Soykırım Pazarlaması yazımda yazdıklarımı burada da tekrarlıyorum. Kültür Bakanlığı’nın Çanakkale Savaşı’nı kaliteli filmlerle ve yapımlarla, öncelikle kendi insanına ve sonrasında da tüm dünyaya tanıtması gerekmektedir. Bunu Türk sinemasının imkanlarıyla çekmenin zor olduğu düşünülebilir. Bir zamanlar Kaddafi’nin Çağrı ve Ömer Muhtar filmleri için yaptığını tekrarlamak hiçte zor değil. Bu filmler için yapılacak harcamaların kesinlikle katlarıyla geri döneceğini iddia ediyorum. Hollywood yapımcılarına yaptırılacak “Yüzüklerin Efendisi, Cennet Krallığı, Gladyatör, Truva, Pearl Harbor, Er Ryan’ı Kurtarmak vs” kalitesindeki filmler Çanakkale’deki Destanı dünyaya tanıtmamızı sağlayacaktır. Amerika Hollywood yapımı “Bir Zamanlar Askerdik, Pearl Harbor, İnce Kırmızı Hat, Rüzgara Konuşanlar” gibi filmleriyle haksız olarak savaştığı konuları bile drama dönüştürerek tüm dünyaya masumiyet perdesinin arkasında olduğunu ispat etmeye çalışırken, bizim Çanakkale gibi bir savaşı ele almamış olmamız bile neden ülke olarak gerilerde olduğumuzun göstergelerinden biri değil mi? “Ama Hollywood’la bizi nasıl kıyaslarsın?” gibi bir soru da gelirse, o zaman da “Kaddafi, Türkiye Cumhuriyeti’nden daha mı zengin?” sorusunu sorarım. Hem şunu da tekrar iddia ediyorum ki böyle bir filme ne kadar harcanırsa harcansın, mutlaka gösterime girdikten çok kısa bir süre sonra hasılatıyla çok daha fazlası kazanılacaktır. Böylece elde edilen gelirle, aynı kalitede, Türk tarihine ait zaferler, destanlarla ilgili farklı filmlerin yapılma imkanı yakalanmış olacaktır.
Onlar kendi zamanlarının koşullarının üstüne çıkarak, canları pahasına bu toprakları bize bırakmışken, bizim onların kanlarıyla yazdıkları tarihi öğrenmememiz, öğretmememiz, araştırmamamız, zamanımızın koşullarına uyan teknolojileri kullanarak öncelikle Türk halkına ve sonrasında da dünyaya tanıtmamamız sizce de çok büyük vefasızlık değil mi???
Tarihin o zamana kadar gördüğü en büyük çıkartma harekatı…
Dünya tarihinin genelinde de 1944 yılındaki Normandiya çıkartmasından sonra en büyük 2. çıkartma…
Karşılarında hiçbir kuvvetin dayanamayacağına güvenen bir kuvvet... Çanakkale'nin onlar için çerez olduğunu düşünen generaller…
Bir yanda Britanya İmparatorluğu, Fransa, Hindistan, Avustralya, Yeni Zelanda; diğer yanda Osmanlı'nın ölüme koşan askerleri…
Çok açık bir güç dengesizliği…
Ve akılalmaz bir müdafaa…
Ama gelin görün ki Çanakkale'yi bize öğretmediler okulda. Tarih derslerinde Çanakkale'yi savaş olarak görmüştük. Halbuki Çanakkale bir savaş değildi. Orada kurtarılan sadece topraklar değil, bir milletin kaderiydi. Okulda bizlere gösterilenlerden Çanakkale'ye dair tek hatırladığım 1914 - 1915 tarihleri oldu. Verilen sayısal rakamları (şu kadar top, şu kadar tüfek vs) zaten hiç hatırlamıyordum. Bize Çanakkale ruhundan bahsetmediler. Çanakkale ruhunu öğretmediler. Bize ölen 253.000 kişinin nasıl bir ruh haliyle savaştığını anlatmadılar. Havada uçuşan kollar, bacaklar, kafalar, yanında ölenlerle aynı kaderi paylaşacağını bile bile kurşuna, topa doğru koşan askerleri anlatmadılar. Savaş ortamının ne kadar vahim olduğundan bahsetmediler bize. Askerlerin sadece düşmana karşı değil, şehitlerin ve düşman kuvvetlerinin naaşlarından dolayı oluşan mikroplardan ve ihtiyaç gidermek için kazdıkları çukurlardan yayılan mikroplardan dolayı tifo'ya kolera'ya karşı da savaştıklarını söylemediler. Kahramanlarımızın o zorluklara karşı birde açlık ve susuzluk çektiklerinden hiç haberimiz bile olmadı. Çanakkale'de savaşanların dedelerimiz olduklarını söylediler, halbuki orda imkansızı başaranların çoğu, çocuk yaştaki askerlerden, daha yeni ergen olmuş gençlerden oluşuyordu. Zayıftılar, elbiseleri, botları falan yoktu. Üstlerinde yırtık kumaş parçaları, çoğu çarıklı veya çıplak ayaklarıyla, bazısı silahları bile olmadan düşmanın üzerine doğru koşmaktan bir an bile geri durmuyorlardı. Kadınların askere erzak taşıdığından, cephe arkasından destek verdiğinden bahsettiler fakat söyledikleri eksikti. Çünkü cephelerde savaşan, eli silahlı, cesur yürekli Türk kadınları göz ardı edilmişti. Bize düşmanın çoğunun kandırılmış sömürge devletlerinin askerlerinden meydana geldiğinin sözünü bile etmediler. Müslüman kardeşlerimizin bile bize karşı kışkırtıldığının esamesi duyulmadı. Savaşta yaralı taşıyan gemimizi ve bir hastanemizi vurmalarına karşın bizim onların Kızılhaç bayrağı çekilen bölgelerine kesinlikle ateş etmediğimizden bahsetmediler. Kızılay bayrağımızı görmelerine rağmen 18.000 gazimizi top atışlarıyla şehit ettiklerini bu yaşta ancak öğrenebildik. Winston Churchill'in zehirli gaz kullanma talebine, bunun insanlık suçu olacağını söyleyerek karşı çıkanlara cevap olarak Türklerin insan olmadığını söylediğini yeni duyduk. 200 yıl boyunca hiç yenilmeyen İngiliz Donanmasının ilk defa Çanakkale'de yenilgiye uğratıldığını araştırarak öğrendik. Ertuğrul Koyu'nu savunan Ezineli Yahya Çavuş'un, 63 arkadaşı ile 3.000 kadar düşman askerine tam 12 saat boyunca karşı koyduğunu, gece yarısı Harapkale'deki bölüğe çekildiklerinde sadece üç kişi kaldıklarını, niye daha önce duymadığımızı anlamakta zorlanıyorum. On milyonda bir ihtimal olan mermilerin havada çarpışmasının, Çanakkale'de yüzlerce kez yaşandığını ve toprağı eşelediğin zaman kemiklere rastladığını ve toprağın hala kırmızı olduğunu Çanakkale'ye gidenlerden duymuştuk çocukken. 130 kadar İstanbul Tıp Fakültesi son sınıf öğrencisinin şehit olması nedeniyle 1921 yılında mezun veremediğini kaç Türk insanı biliyor acaba?
Çanakkale ruhu bize anlatılmadı. Bize öğretilmedi. Nerde yanlış yapıldığını bilmiyorum ama birşeylerin yanlış yapıldığı veya birşeylerin yapılmadığı kesin. İlköğretimde Çanakkale gezisinin müfredata konulmaması sizce de hala büyük bir eksiklik değil mi? Yazıyla ilgili bilgileri araştırırken konuyla ilgili pedagogların da içinde bulunduğu Japon heyetin bize verdikleri önemli bir derse rastladım. Yaptıkları incelemeler sonucunda dönemin Başbakanı ve Milli Eğitim Bakanı’na şunu söylüyorlar;
- Sizin gençlerinizde milli bilinç yok! Bu eğitimle gençlerinize milli şuur vermeniz de mümkün değildir!.
Kendi gençlerine nasıl milli şuur kazandırdıklarını uzun uzadıya anlattıktan sonra çözüm yolunu çok açık ve net biçimde şöyle belirtiyorlar;
- Sizin binlerce Hiroşima ve Nagazaki gibi değerleriniz var. Bizimkilerden çok daha etkili tarihi bölgeleriniz var. I. Dünya Savaşı içinde meydana gelen ve bir metrekareye 6 bin merminin düştüğü, 250 bin gencinizin vatanı için can verdiği Çanakkale Zaferi'nin kazanıldığı bölgeler; çocuklarınız ve gençlerinizin şok olması için yeter de artar bile… Dünyanın en gelişmiş ve en güçlü ordularına karşı Türkler, olmazı olduruyor ve bütün dünyayı hayretler içinde bırakan bir zafer kazanıyorlar. İnancın, azmin ve iradenin, tekniği yendiğini ispatlıyorlar. Bütün dünyaya meydan okuyorlar. İşte sadece bu olay, bu bölge ve bu zafer dahi gençlerinizin milli bilinç kazanmalarına yetecek niteliktedir. Bu sebeple gençlerinizi gruplar halinde Çanakkale'ye götürüp gezdirmelisiniz. Her Türk genci, Çanakkale Savaşları'nın olduğu bölgeyi mutlaka gezerek görmeli ve öğrenmelidir. Daha sonra onlara demelisiniz ki: 'Sizler birlik ve beraberlik içinde çalışmazsanız, güçlü ve kuvvetli olmazsanız, düşmanlar yine Çanakkale'ye gelirler, ülkenizi işgal eder ve öz yurdunuzda hür yaşamayı size çok görürler…'
Çanakkale Şehitlerimizin mezarlarını ziyaret etmenin onlara vefa göstermekle yakından uzaktan ilgisi olmadığını düşünüyorum. Orada yaşananları bilmenin, anlatmanın, insanın istediği zaman neler yapabildiğinin açıkça görüldüğü o mekanı ziyaret etmekle insanın kendisine ve ülkesine kazandıracaklarının şehitlerimize gösterilebilecek en güzel vefa olacağını düşünüyorum. Onlar zaten kendilerine vaat edilene kavuştular. Bizim onların uğruna öldükleri değerlerimizi korumak, onlara karşı en önemli görevimiz. Bu konuda devletin, Çanakkale Şehitlerine olan borcu da her yıl 18 Mart günleri törenler düzenlemek değildir. Devlet çağın gerektiği şekilde dünyada eşi olmayan zaferi herkese göstermek zorundadır. Soykırım Pazarlaması yazımda yazdıklarımı burada da tekrarlıyorum. Kültür Bakanlığı’nın Çanakkale Savaşı’nı kaliteli filmlerle ve yapımlarla, öncelikle kendi insanına ve sonrasında da tüm dünyaya tanıtması gerekmektedir. Bunu Türk sinemasının imkanlarıyla çekmenin zor olduğu düşünülebilir. Bir zamanlar Kaddafi’nin Çağrı ve Ömer Muhtar filmleri için yaptığını tekrarlamak hiçte zor değil. Bu filmler için yapılacak harcamaların kesinlikle katlarıyla geri döneceğini iddia ediyorum. Hollywood yapımcılarına yaptırılacak “Yüzüklerin Efendisi, Cennet Krallığı, Gladyatör, Truva, Pearl Harbor, Er Ryan’ı Kurtarmak vs” kalitesindeki filmler Çanakkale’deki Destanı dünyaya tanıtmamızı sağlayacaktır. Amerika Hollywood yapımı “Bir Zamanlar Askerdik, Pearl Harbor, İnce Kırmızı Hat, Rüzgara Konuşanlar” gibi filmleriyle haksız olarak savaştığı konuları bile drama dönüştürerek tüm dünyaya masumiyet perdesinin arkasında olduğunu ispat etmeye çalışırken, bizim Çanakkale gibi bir savaşı ele almamış olmamız bile neden ülke olarak gerilerde olduğumuzun göstergelerinden biri değil mi? “Ama Hollywood’la bizi nasıl kıyaslarsın?” gibi bir soru da gelirse, o zaman da “Kaddafi, Türkiye Cumhuriyeti’nden daha mı zengin?” sorusunu sorarım. Hem şunu da tekrar iddia ediyorum ki böyle bir filme ne kadar harcanırsa harcansın, mutlaka gösterime girdikten çok kısa bir süre sonra hasılatıyla çok daha fazlası kazanılacaktır. Böylece elde edilen gelirle, aynı kalitede, Türk tarihine ait zaferler, destanlarla ilgili farklı filmlerin yapılma imkanı yakalanmış olacaktır.
Onlar kendi zamanlarının koşullarının üstüne çıkarak, canları pahasına bu toprakları bize bırakmışken, bizim onların kanlarıyla yazdıkları tarihi öğrenmememiz, öğretmememiz, araştırmamamız, zamanımızın koşullarına uyan teknolojileri kullanarak öncelikle Türk halkına ve sonrasında da dünyaya tanıtmamamız sizce de çok büyük vefasızlık değil mi???
ÇANAKKALE’DEN...
Çanakkale Zaferi'ni oluşturan yüzlerce ferdi kahramanlıklardan biri olan Bombasırtı Olayı'nı Atatürk şöyle anlatıyor: ''Yalnız size Bombasırtı vakasını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasındaki mesafeniz 8 metre, yani ölüm muhakkak... Birinci siperlerdekiler, hiç biri kurtulamamacasına kamilen düşüyor, ikinciler onların yerine gidiyor. Fakat ne gıpta edilecek bir soğukkanlılık ve Allah'a güven biliyor musunuz! Öleni görüyor, 3 dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir korku ve çekinme bile göstermiyor, sarsılmak yok! Okumayı bilenler ellerinde Kuran'ı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-i Şehadet çekerek yürüyorlar. Bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren şayan-ı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki Çanakkale Muharebesi'ni kazandıran bu yüksek ruhtur.
* * *
Çanakkale Savaşlar'ında savaşıp, bir kolu ile bir ayağını kaybeden Fransız Generali Bridges, yurduna döndükten sonra anlattığı bir savaş hatırasında şöyle diyor:
"Fransızlar! Türkler gibi mert bir milletle savaştıkları için daima iftihar edebilirsiniz. Hiç unutmam. Savaş sahasında dövüş bitmişti. Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk. Az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zaiyat vermişlerdi. Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutamayacağım. Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeride kendi göleğini yırtmış onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu. Tercüman vasıtası ile şöyle bir konuşma yaptık:
Çanakkale Zaferi'ni oluşturan yüzlerce ferdi kahramanlıklardan biri olan Bombasırtı Olayı'nı Atatürk şöyle anlatıyor: ''Yalnız size Bombasırtı vakasını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasındaki mesafeniz 8 metre, yani ölüm muhakkak... Birinci siperlerdekiler, hiç biri kurtulamamacasına kamilen düşüyor, ikinciler onların yerine gidiyor. Fakat ne gıpta edilecek bir soğukkanlılık ve Allah'a güven biliyor musunuz! Öleni görüyor, 3 dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir korku ve çekinme bile göstermiyor, sarsılmak yok! Okumayı bilenler ellerinde Kuran'ı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-i Şehadet çekerek yürüyorlar. Bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren şayan-ı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki Çanakkale Muharebesi'ni kazandıran bu yüksek ruhtur.
* * *
Çanakkale Savaşlar'ında savaşıp, bir kolu ile bir ayağını kaybeden Fransız Generali Bridges, yurduna döndükten sonra anlattığı bir savaş hatırasında şöyle diyor:
"Fransızlar! Türkler gibi mert bir milletle savaştıkları için daima iftihar edebilirsiniz. Hiç unutmam. Savaş sahasında dövüş bitmişti. Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk. Az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zaiyat vermişlerdi. Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutamayacağım. Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeride kendi göleğini yırtmış onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu. Tercüman vasıtası ile şöyle bir konuşma yaptık:
- Niçin az önce öldürmek istediğin askere yardım ediyorsun?
Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:
Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:
"Bu Fransız yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı. Birşeyler söyledi, anlamadım ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok. İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün". Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı. O anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan yaşlarımı dondurduğunu hissettim. Çünkü, Türk askerinin göğsünde bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutan ot tıkamıştı. Az sonra ikisi de öldüler..."
Fransız Generali BRIDGES
Çanakkale Savaşları Komutanı
* * *
35. Piyade Alayı'nın 2. Bölüğü'nde şaka eri olarak görevli bulunan Hayrabolulu Hüseyin Topuz, bu cehennemi savaşmada, siperdeki arkadaşlarının hiç olmazsa susuzluk çekmemeleri için elinden gelen gayreti göstermekte ve işini de hakkıyla başarmaktaydı. O gün akşama kadar süren çok şiddetli çarpışmalar yüzünden, Hüseyin doldurduğu fıçıları cephedeki arkadaşlarına ulaştıramamıştı.
Bir çukur içinde katırını korumaya çalışıyordu. Bulabildiği ilk elverişli dakikada yola koyulmuştu. Bir yandan karanlık çıkmış, bir yanda da vitaminsizlikten tavuk karası hastalığına tutulmuş gözleri kendisine yeterince yardımcı olamıyordu. Yolu seçemiyordu. Ama en kısa zamanda ulaşmalıydı arkadaşlarına (tüm gün savaşmış, susuz). Derken müthiş bir olayla karşılaştı. Yerden biter gibi yanı başında iki karaltı belirdi. Hüseyin işin fecaatini anlamada gecikmedi. Demek yolu şaşırmış, düşman hatları içine düşmüştür! Yapılacak bir şey yoktu. Soğukkanlılığını koruyarak zekasını kullanmak belki tek çıkar yol olacaktı. Hiçbir korku ve telaş göstermeden düşman askerlerine gülümseyerek katırının sırtındaki fıçıları gösterip;
Çanakkale Savaşları Komutanı
* * *
35. Piyade Alayı'nın 2. Bölüğü'nde şaka eri olarak görevli bulunan Hayrabolulu Hüseyin Topuz, bu cehennemi savaşmada, siperdeki arkadaşlarının hiç olmazsa susuzluk çekmemeleri için elinden gelen gayreti göstermekte ve işini de hakkıyla başarmaktaydı. O gün akşama kadar süren çok şiddetli çarpışmalar yüzünden, Hüseyin doldurduğu fıçıları cephedeki arkadaşlarına ulaştıramamıştı.
Bir çukur içinde katırını korumaya çalışıyordu. Bulabildiği ilk elverişli dakikada yola koyulmuştu. Bir yandan karanlık çıkmış, bir yanda da vitaminsizlikten tavuk karası hastalığına tutulmuş gözleri kendisine yeterince yardımcı olamıyordu. Yolu seçemiyordu. Ama en kısa zamanda ulaşmalıydı arkadaşlarına (tüm gün savaşmış, susuz). Derken müthiş bir olayla karşılaştı. Yerden biter gibi yanı başında iki karaltı belirdi. Hüseyin işin fecaatini anlamada gecikmedi. Demek yolu şaşırmış, düşman hatları içine düşmüştür! Yapılacak bir şey yoktu. Soğukkanlılığını koruyarak zekasını kullanmak belki tek çıkar yol olacaktı. Hiçbir korku ve telaş göstermeden düşman askerlerine gülümseyerek katırının sırtındaki fıçıları gösterip;
''Kumandan, kumandan...'' diyerek el işaretiyle derdini anlatmaya çalıştı. Nöbetçiler bu garip düşman askerini doğruca kumandanın yanına götürdüler. Hüseyin, fıçılardaki suyu, kendi kumandanının yaralılara bir hediye olarak gönderdiğini uzun süren çabalarla anlatınca durum değişti. Düşman subayı bu insancıl jest karşısında derin bir memnuniyet duymuş, onu sabaha kadar ellerinden geldiğince ağırlamışlardı. Günün ilk ışıkları içinde, onu karşılık olarak, konserve kutuları, çikolata ve bisküvi paketleri ile yükleyerek bıraktılar. Düşman hatları içinden elini kolunu sallayarak geldiğini gören arkadaşları bu inanılmaz durumu anlamaya çalışıyorlardı.
Hüseyin onların sorularına meydan bırakmadan ''Affedin gardaşlarım, dedi. Suyu düşmana verdim emme boş da gelmedim. Hele şunları yiye koyun, iki saate kalmaz hepinizin matarasını doldururum Evelallah...''
Baha Vefa Korotay, Mehmetçik ve Anzaklar, Ankara 1987 s.167-170, Çanakkale savaşları, Gallipoli compaign, s.104; Niyazi a.g.e.,s.120-125
* * *
O gün Boğaz tabyaları arasında en çok iş gören ve en çok hasara uğrayan Rumeli Mecidiyesi Bataryası oldu.
Sabahtan beri muharebenin en şiddetli anlarında dahi, iki sahil arasında gidip gelmekten çekinmemiş olan Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa, tabyanın feci durumunu haber aldığı zaman, yine motora atlayıp Çimenlik İskelesi'nden karşı sahile hareket etti.
Cephaneliği berhava olan tabyanın durumu hâzindi... İstihkâm yıkıntıları arasında dolaşmakta olduğu sırada, bir ağacın altına uzanmış olan bir askerin hali dikkatini çekti ve yanına gidip; "Neyin var evlat?" diye sordu.
Nefer hemen yerinden fırlayıp esas duruş vaziyeti aldı. Çünkü sesi tanımıştı. Ama gözleri başka tarafa bakıyordu.
"Gözlerine bir şey mi oldu oğlum?.."
Nefer tok sesiyle; "Üzülmeyin efendim" diye cevap verdi ve devam etti..."Benim gözlerim göreceğini gördü!.."
Evet, düşman gemilerine tam isabet kaydedilmiş ve "Ocean" destroyeri hareket edemez hale getirilmişti.
Hüseyin onların sorularına meydan bırakmadan ''Affedin gardaşlarım, dedi. Suyu düşmana verdim emme boş da gelmedim. Hele şunları yiye koyun, iki saate kalmaz hepinizin matarasını doldururum Evelallah...''
Baha Vefa Korotay, Mehmetçik ve Anzaklar, Ankara 1987 s.167-170, Çanakkale savaşları, Gallipoli compaign, s.104; Niyazi a.g.e.,s.120-125
* * *
O gün Boğaz tabyaları arasında en çok iş gören ve en çok hasara uğrayan Rumeli Mecidiyesi Bataryası oldu.
Sabahtan beri muharebenin en şiddetli anlarında dahi, iki sahil arasında gidip gelmekten çekinmemiş olan Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa, tabyanın feci durumunu haber aldığı zaman, yine motora atlayıp Çimenlik İskelesi'nden karşı sahile hareket etti.
Cephaneliği berhava olan tabyanın durumu hâzindi... İstihkâm yıkıntıları arasında dolaşmakta olduğu sırada, bir ağacın altına uzanmış olan bir askerin hali dikkatini çekti ve yanına gidip; "Neyin var evlat?" diye sordu.
Nefer hemen yerinden fırlayıp esas duruş vaziyeti aldı. Çünkü sesi tanımıştı. Ama gözleri başka tarafa bakıyordu.
"Gözlerine bir şey mi oldu oğlum?.."
Nefer tok sesiyle; "Üzülmeyin efendim" diye cevap verdi ve devam etti..."Benim gözlerim göreceğini gördü!.."
Evet, düşman gemilerine tam isabet kaydedilmiş ve "Ocean" destroyeri hareket edemez hale getirilmişti.
Cevat Paşa, sessiz sessiz ağlıyordu...