30 Aralık 2006

KURBAN, HİNDİ VE TOPLUM

Yeni yılın ve bayramın aynı güne denk gelmesi farklı olacak. Birçok kişinin belki de hayatında sadece bir kez yaşayacağı bu durum alışılmışın dışına çıkılmasını sağladı Türkiye için. Firmalar bu durumdan da çok fazla memnun olmuş değiller. Çünkü büyük alışveriş çılgınlıklarının yaşandığı özel günlerin sayısı bu sene 1 eksik olacak. Tabi ki farklı bir zaman dilimi olunca ister istemez kafalar da karıştı. Kurban bayramında yılbaşını nasıl kutlasak soruları insanların kafalarını kurcaladı. Gözlemlediğim kadarıyla geçen senelere oranla yılbaşı için özel program yapanların sayısında da düşüş var.

Birleşmeden muzdarip olanlar sadece firmalarla kalmadı tabi ki. Hindiler ve kurbanların aynı dönemde kesilecek olmaları belki de onlar için daha bir cesaret kaynağı oldu. :)) Tabi bu 2 türün birleşip "bu gidişe bir son vermeli" şeklinde düşünmemiş olmaları bizim için büyük şans. :)) Şaka bir yana da Türkiye'nin de belli noktalarda çağ atladığına da şahit olduk bu sene. Televizyon programlarında Zekeriya Beyaz'ın konuk edilerek; "Hocam koyun yerine kurban bayramında hindi kessek, sonra da onu akşam bir güzel hindi dolması yapıp mideye indirsek..." gibi sorularla gündemi meşgul etmemeleri beni oldukça şaşırttı. Bu sorulara hindinin 3'e bölünmek zorunda kalınarak kendilerine küçük bir parça düşeceğinden korkanlar yüzünden ses çıkmamış olması da bir ihtimal tabi ki. :)

İşin esprili yönünün dışında Müslüman ve Hristiyan toplumların bayramlarının birleşmesi nedeniyle güzel bir değerlendirmeye imkan bulunmuş oldu. Müslüman toplumlar olarak bayramı aynı günde kutlamıyor olmamız bile toplumlar arasındaki farkın büyüklüğünü anlatmaya yetiyor. Hristiyanların Christmas'ında yüzyıllardır çok büyük değişimler olmadığı halde, bizim ülkemizde çok kısa dönemde bayramlar niteliğinden çok şey kaybetti. Hangi dinin olursa olsun özel günlerin en büyük anlamı insanların bir araya gelip birlikte güzel vakit geçirmeleri ve insanlıklarını hatırlamalarıdır. Güzel bir moladır aslında hayatın tantanası arasında verilen... Hristiyanların birbirlerine hediyeler almaları, evlerini ve çevrelerini süsleyip ışıklandırmaları, Christmas günü birlikte yemekler yiyip akşam kiliselere akın etmeleri ve bunların hazırlık dönemleriyle, bizim bayrama olan hazırlıklarımızı, bayram namazına gidişleri, kurban kesmeleri, bayram yemeğini, bayram ziyaretlerimizi ve kurbanların fakire, fukaraya, komşuya, yakınlara dağıtmaları değerlendirdiğiniz zaman birbirlerine yakın mantıkta olduğunu görürsünüz. Fakat bizdeki bayramların eskiye göre daha sönük geçmesi bence en büyük ayıbımız. Kendi değerlerimizdeki özel günlerden ziyade sevgililer günü, anneler günü vs. gibi günleri bile çok daha iyi kutlar olduk. Türk ve Müslüman olarak yetiştirdiğimiz çocuklarımız Noel Baba'yı Mevlana'dan daha fazla tanıyor. Sadece dikkat çekilmesini istediğim nokta şu; madem ki özel günlerin amacı aynı, o zaman neden biz kendi özel günlerimize de gereken önemi göstermiyoruz toplum olarak?

Bence toplumların, devletlerin gelişmeye giden yolda değerlerini korumaları onları bir arada tutmayı sağlıyor ve başarının gelmesini tetikliyor. Böylece ortaya daha da kenetlenmiş, güçlü toplumlar ve devletler ortaya çıkıyor. Bizde toplum ve devlet olarak gelişmek ve büyümek istiyorsak değerlerimize sahip çıkıp, onları yaşatmaya daha da özen göstermemiz gerekiyor. Sahip olduğumuz değerleri, özel günlerimizi, tanıtımlarımızda bile kullanabiliriz. Yeter ki bakış açımızı değiştirebilelim.

Yeni yılın ve Bayramın tüm dünyaya ve insanlığa barış, huzur, hoşgörü getirmesini diliyorum.

Nice mutlu bayramlara ve yıllara...

12 Aralık 2006

Müşteri Memnu - Niyetsizliği...

Son yıllarda pazarlamada, müşteri odaklı yaklaşımlar revaçta. Philip Kotler'in ortaya attığı 4C, pazarlamanın karışımı olan 4P kavramının yerini çoktan aldı. Hızlı rekabetin müşteriye bir armağanı olan bu kavram şirketlerin büyümesini sağlayan en önemli unsuru, ürünlerden alıp müşteri odaklılığa verdi. Çünkü artık aynı ürünü birçok firma üretebiliyordu fakat her firma müşteriye aynı hizmeti ve kolaylığı sağlamıyordu. Tabi ki bu değişime hızlı ayak uydurmaya çalışan şirketler müşteri memnuniyeti kavramını pazarlama stratejilerine, reklamlarına, misyonlarına vs. entegre ettiler. Bu dönüşümün nedeni neydi peki? Tabi ki karlılığı artırmak...

Aslına baktığınız zaman müşteriyi memnun etmekle, karlılık, özünde maliyetler yönünden ters orantılıdır. Müşteriyi memnun etmeye çalıştıkça birim maliyetler artacak bununla birlikte karlılıkta düşecektir. Karlılığı artırmak için daha çok sayıda müşteri kazanmak ve daha fazla ürün satmak gerekecektir. Fakat işin içinden ters orantıyı bozan şöyle de bir ince çizgi var; memnun müşteri oranı ne kadar artarsa o müşterilerin bağımlı olma oranı artacaktır. Böylece memnun olan müşteri gelecek dönemlerde sürekli kazanç sağlayacaktır.

Tabi ki ortada böyle bir kafa karıştırıcı etkenler olunca bunu iyi tahlil edemeyen firmalar bir sürü hata yapıyorlar. (Aslında bilerek yapılan şeyler çoğu ama ben buna hata demeyi tercih ediyorum.) Bunun sonucunda, müşteri memnuniyetini, sadece verdiği sloganlarla sağlayacağını sanan firmalar, müşteriye verdiği vaatlerin sonucunda oluşan beklentileri karşılayamayan firmalar, müşteri memnuniyeti adına birimler kurup müşteri memnuniyetsizliğinin artmasını sağlayan firmalar vs vs. olarak da bir sürü şirket ortaya çıkıyor.

Bu hataya düşenlerin başında bana göre bankalar geliyor. Küçüklüğümden bu yana değişmeyen şeylerin başında ne geliyor deseniz, bankaların insanlara gerek reklamlarıyla gerek diğer pazarlama araçlarıyla sürekli süslü dünyalar vaat etmesi oldu. Banka reklamlarını izleyip, broşürlerini okuduğunuz zaman kendinizi ütopik dünyalarda hissediyorsunuz. Gençler bankada masaların üzerinde dans edebiliyor, oyunlar oynayıp şarkılar söyleyebiliyordu. Diğer bir bankayı tercih edenler yıldırım hızıyla tanışıp evlenip, ayrı dünyaların insanları olduklarını anlayıp anlaşarak ayrılıyorlardı. Banka kapısında karşılaştıkları güzelce selamlaşıp aynı bankayı tercih ettiklerini görünce şaşırıyorlardı. Tek ortak noktaları bankaydı, çünkü banka ayrı dünyalardaki insanlara aynı kalitede hizmet verdiğini iddia ediyordu. Diğer bir banka kendilerini tercih eden müşterilerinin sanki tek müşterileri kendileriymiş gibi hizmet aldığını iddia ediyordu. Akşam bu reklamları izleyen insanlar ertesi gün bankaya gittiklerinde karşılaştıkları manzara sonucunda ister istemez sinirleniyorlardı. Kuyrukları, bankadan hizmet almak için bekleyen insanları, asık suratlı çalışanları, o kadar bekleyen insana karşılık 5 vezneden 1 veya 2 tanesinde işlem yapıldığını görüyorlardı. Arada uçurumlar vardı vaat edilenle gerçekler arasında...

Gelişmeler olmadı mı? Tabi ki oldu. Kuyruk olayını bitirmek için numara veren makineler konmaya başladı. Ama temeldeki durumlar değişmedi. Sadece insanlar sırasını kuyruğa girmeden beklemeye başladı. Neyse yine de düzen oluştu diye sevinirken birden bankalar, banka kartı olanları öne geçiren hizmet sunmaya başladılar. Siz 45 dakika beklemişken gelen bir kişi banka kartını makineden geçirerek ortada bulunmayan bir rakamla bütün bekleyenlerin önüne geçiyordu. Meşrulaştırılmış haksızlık olarak nitelendirdiğim bu olay bankaların kendi müşterilerine açıkça torpil yapmasını sağlıyordu. Bunu hemen hemen bütün bankalar yaptığı için de tepki göstermenin hiçbir faydası olmayacaktı. (Bağımlı müşteri oluşturmak adına veya banka kartı satmak adına yapılan şeyin doğruluğunu savunan kişiler çıkabilir. Tabi ki kendi müşterisine karşı farklı imkanlar sunabilir firmalar. Fakat madem ki bir kolaylık sunulmak isteniyor, bence bu potansiyel müşterileri dışlayarak yapılmamalıdır. Kendi müşterilerini değerli kılmak adına farklı birimler veya gişeler kurulabilir. Fakat aynı yerde farklı muamele insanlara itici gelen bir harekettir.) Örnekleri çokça artırmak mümkün. Hele bir de bankaların kurduğu çağrı merkezlerinden bahsetmeye kalksam sanırım küçük bir kitap bile oluşabilir bu yazıdan. :) (Çağrı merkezlerini başka bir yazıda daha geniş ele alıcam artık.)

Sonuç olarak bu durumda Allah'tan ki internet gibi bir teknoloji var. Ben uzun süredir internet bankacılığını kullanıyorum. Fakat para yatırmak için veya internetten yapamadığım bir işlem için zaman zaman farklı bankalara gitmek zorunda kalıyorum. Ve her bankaya gidişimde yukardaki yazdığım şeyler ve daha birçoklarının tekrarlandığını görüp kendi kendime müşteri memnuniyeti adına dersler çıkartıyorum...

ÖNERİLER

- Madem ki banka kuyrukları sonlandırılamıyor ve sadece şekil değiştiriyor. O zaman bekleyen insanları oyalamak adına birtakım şeyler sunulmalıdır. Mesela her şubeye birer tane televizyon konularak haber yayınları yapılabilir. Bu noktada mesai saatleri içerisinde sürekli ekonomiyle ilgili yayın yapan Cnbc-e kanalı tercih edilebilir. Belki de Cnbc-e ile anlaşılarak televizyonların kanal tarafından karşılanması bile mümkün olabilecektir.

- Belki bazıları uyguluyodur ama yayınlanacak düşük seste slow müziklerin etkisi yadsınamayacak derecededir.

- O kadar müşteri memnuniyetinden bahsettikten sonra personele eğitim verilmesi es geçilmemelidir. En azından gişe personeline stres eğitimi ve doğru iletişim eğitimleri verilebilir. Böylece bulaşıcı olan somurtkanlığın önüne geçilebilir. O kadar süre bekledikten sonra gişedeki görevlinin sizlere gülümseyerek hoş geldiniz demesi müşterideki bütün sinirin ve stresin boşalmasını sağlayabiliyor.

Bir problemi çözmenin 10 farklı yolu olabilir, yeter ki amaç problemi çözmek olsun...

28 Kasım 2006

DRAW YOUR STYLE

Aslında bir konuyu anlatırken araya ingilizce kelimeler katmayı sevmem. Bana göre itici bir konuşma şekli. Fakat slogan, reklamla öylesine uyum sağlamış ki bunu türkçeleştirmek istemedim.
Reklam; Japon kozmetik markası Shiseido'dan... Yaratıcı fikirler, markayla müthiş uyum sağlayan sloganla birleşerek % 100 hedefini yakalayan bir reklama imza atılmış. Tabi sanatçının katkısının büyüklüğünü de unutmamak lazım. Fazla yoruma gerek yok.
İşte Draw Your Style...

25 Kasım 2006

PAZARLAMA ALDATMACASI

Geçenlerde arkadaşımla pazarlamayla ilgili konuşurken bazı insanların kendilerini ve bazı firmaların ürünlerini çok iyi pazarladığını söylüyordu. İnsanlardan bazıları yeni bir ortama girdiklerinde kendilerini çok bilgili, çok kültürlü vs. yani olmadığı bir biçimde tanıtabiliyordu. Firmalardan bazıları da ürünlerinde olmayan özellikleri varmış gibi göstererek ürünlerini satabiliyorlardı.

Bana göre pazarlama bu değil ve insanların pazarlamayı bu şekilde bilmesi pazarlamanın en büyük şansızlığı... Yeni girdiği ortamda kendini olmadığı biçimde göstermek aldatmacadır. Yine aynı şekilde üründe bulunmayan özellikleri varmış gibi göstererek satmakta aldatma yoluyla satıştır. Genelde bu, kısa sürede yüksek menfaatler elde etmeye çalışanların kullandığı stratejidir. Çünkü insan tanındıkça, ürün de kullanıldıktan sonra gerçekler er yada geç ortaya çıkacaktır.

Pazarlama; elinizdeki ürünün veya bir değerin gerçekte varolan özelliklerini çarpıcı, dikkat çekici veya olağan yöntemlerle (bir şekilde) ortaya koyarak ürünün talep edilmesini sağlamaktır. Gerçek dışı vaatler ve yalanlar pazarlama değil, aldatmacadır. Bunun sonucunda satış yapıldıysa bu satışın adı da aldatmaca yöntemiyle satıştır.

Satış, pazarlama değildir.

Pazarlama, aldatmaca değildir.

Pazarlama, pazarlamaktır...

14 Kasım 2006

COCA COLA SIRRINI AÇIKLIYOR!...

Başlığı okuyan herkesin heyecanlandığını hisseder gibiyim. Kimi 100 küsür yıllık bilinmeyen sırrın nasıl çözüldüğünü merak ederken kimi de hemen bir cola atölyesi veya fabrikası kurmanın hesaplarına koyulmuş olabilir. :) Neyse insanları daha fazla heyecanlandırmadan sırrı açıklayalım. Aslında Coca Cola sırrını yıllardır açıkça ortaya koyuyor. İzlediği pazarlama stratejileri Coca Cola'nın en büyük sırrı.

Master derslerinde en fazla incelediğimiz pazarlardan biri cola pazarı olmuştu. Bunda Coca Cola'nın marka değeri sıralamasında dünyada ilk sırada olmasının yanında, sınıfta Pepsi'de çalışan bir arkadaşın olmasının da büyük etkisi oldu. Arkadaş Pepsi'nin Coca Cola'dan daha iyi olduğunu savunuyordu. Bu incelemelerde en çok ilgimi çeken, kola sektöründeki firmaların yaptırdığı araştırmalarda büyük oranlarda tadın ayırt edilemediğinin gözlenmiş olmasıydı. Belirli bölgelerde marka belirtilmeden yapılan araştırmalarda tattırılan colanın Coca Cola markası olduğunu söylemiş içen insanlar... Yakın zamanda Cola Turka'nın üst düzey yöneticilerinden biriyle projelerimizle ilgili yaptığımız görüşmede de aynı söylemle karşılaştık. Piyasaya çıkmadan önce yaptıkları tad testlerinde büyük yüzdeyle verilen cevabın Coca Cola olduğu belirlenmiş. (Bende Coca Cola tercih edenlerdenim. Hatta tadını her şekilde ayırt edebileceğimi düşünüyorum. Fakat bu yapılan araştırmalar firmaların colanın ilk üreticisi olan Coca Cola'ya yaklaşabilmeleri açısından önemli araştırmalardır. Bu nedenle herhangi bir hileye başvurmayacaklarını düşünüyorum.)

Coca Cola'nın sadece televizyon reklamlarını incelediğimizde bile bu sırrın fark edileceğini düşünüyorum. Milli maçlardan önce bizi en çok duygulandıran ve milli duygularımızı harekete geçiren reklamlar Coca Cola'nın reklamlarıdır. Ramazanlarda bile en hisli reklamları gerçekleştiren Coca Cola değil mi? Stratejik Pazarlama dersinde hocamız bize Coca Cola'nın geçmiş yıllarda gerçekleştirdiği radyo reklamlarını dinletmişti. Reklamlarda Coca Cola Türkiye'nin tüm bölgelerine ve tüm kesimlerine hitap eden radyo reklamlarını yerel radyolarda yayınlamış. Kendi sloganını 10-12 ayrı müzikle seslendirterek (karadeniz yöresi, doğu yöresi, ege yöresi, türk sanat müziği, klasik müzik, opera vs.) yayınlatmıştı. Bu sadece reklamlardaki stratejiydi. (Diğer statejileri de açıklamaya kalkarsam Coca Cola'nın pazarlama bloglarındaki stratejisi olarak algılanabilme ihtimalim olduğu için kısa kesiyorum.:)) Tüm dünyanın Amerikan kaynaklı olduğunu adı gibi bildiği bir markanın yerel duygulara bu denli başarılı bir şekilde hitap ediyor olması Türkiyedeki %70 pazar payı başarısının haklı olduğunu gözler önüne seriyor. Coca Cola'nın tüm dünyada satılan bir ürün olduğunu aklımızda bulunduracak olursak ne denli zor bir stratejiyi başarıyla yürüttüğüne şahit olmuş oluruz. Bu sırdan özellikle de Türk şirketlerinin ders almaları gerekiyor. Özellikle de aynı pazarda bulunan Cola Turka'nın!..
(Ara Not: Dünyanın Yerel Bankası sloganının altını dolduramayan HSBC bankasının Coca Cola'dan bir şeyler öğrenememiş olmasını hayretle izlemeye devam ediyorum.)

Yine bir dünya markası olan Pepsi'nin farklı bir stratejisi bulunmakta. Dünyadaki ünlü şarkıcı ve futbolcuları reklamlarında oynatıyor. Faaliyet gösterdiği ülkelerin ünlüleriyle gerçekleştirdiği reklamlarla da başarılı oluyor. Ama kola pazarına -Amerikayla yaşanan krizinde yardımıyla- başarılı reklamlarla giren ve daha sonra ürün yetiştirememesi ve beklentileri karşılayamaması nedeniyle pazarda % 10-12 arasında pay alarak üçüncülüğe oturan Cola Turka'nın daha özgün reklam ve projelere imza atması gerekiyor. Hezarfen havaalanında gerçekleşen Rock'n Coke reklamlarına atfen Hezarfen Ahmet Çelebi gibi Galata Kulesinden havalanan genç reklamları yerine daha özgün ve yaratıcı fikirlere ihtiyacı var.

Coca Cola'nın 100 küsür yıllık bahanesine sığınmayalım. Google'ın Yahoo ve diğer büyük rakiplerine rağmen 7 yılda dünyanın en büyük şirketlerinden biri haline gelmesini unutmayalım. You Tube'nin 19 ayda inanılmaz hızla büyüyüp 1.65 milyar $'a satılmasını aklımızdan çıkarmayalım. Özgün olalım, üretelim, yenilik sunalım, pazarlayalım, vesselam...

İşte O Reklamlardan Biri

12 Kasım 2006

PAZARLAMACI OLMAK

Sene 2001. İstanbulda liselerde düzenlenecek bir eğitim projemize sponsorluk için firmalarla görüşüyoruz. Türkiye ekonomik krizle boğuştuğu için kötü yönetilen birçok firma iflasın eşiğinde. İyi yönetilen firmalar krizle beraber büyüme niyetinde ama yine de krizin neler getireceği bilemediklerinden bütün sponsorluk bütçeleri iptal edilmiş ve reklam bütçeleri minimuma indirilmiş durumda... Böyle bir tabloda sponsorluk görüşmeleri pek mantıklı görünmesede yine de büyük şirketlerle görüşmeye karar verdik. Bu şirketlerden bizim için en önemlilerinden biri, piyasaya yeni girmiş olan ve getireceği rekabetten ötürü hem tüketici hem de diğer firmalar tarafından heyecanla beklenen Aria'ydı. Aria için şartlar dışardan olumsuz görünüyordu belki ama, zaten 1 yıl kadar geri dönüşüm beklemeyen bir şirket için iyi stratejilerle, krizsiz ortamdan daha yüksek pazar paylarını kazanmak mümkün olabilirdi. Normal prosedürlere uyarak randevumuzu aldık. Sponsorluklarla ajansın ilgilendiğini öğrendik ve görüşme günü elimize projeyle ilgili materyalleri alarak görüşmeye gittik. Projemizi, hedeflerini ve getireceği faydaları açıkladıktan sonra sıra karşı tarafın görüş belirtmesine gelmişti. Projenin güzel bir proje olduğunu fakat kendilerinin hali hazırda strateji belirlemekte olduklarını belirttiler. Biraz şaşırmıştık. Çünkü piyasaya giriş yapmışlardı, bir sürü reklam dönüyordu ve ortada tam anlamıyla bir strateji bulunmuyordu. Soru cevap şeklinde giderek iyice bu konuya dalmış bulunduk. Bize aktardıkları önemli noktalar kısaca şöyleydi:
- Aria, toplumun sosyoekonomik açıdan üst sınıfları kendine hedef seçmişti.
-Turkcell'in elinde bulunan A+, A, B+ sosyoekonomik sınıf mensuplarını kendilerine çekmek istiyorlardı. Bunu sadece GSM 1800 şebekesi olmakla sağlayabileceklerini düşünüyorlardı.
- O zamanlar 3-4 milyon abonesi bulunan Telsim'i kendilerine rakip olarak görmüyorlardı. Sadece tek rakipleri Turkcell'di.
- "Turkcell'in stratejileri olan spora, eğitime destek olarak mı ilerleyelim, yoksa pek girmediği sanat gibi alanlarda mı ilerleyelim?" kararını vermeye çalışıyorlardı.

Biz o zamanlar üniversite 2. sınıf öğrencisi 3 arkadaştık. Pazarlama yöneticisi değildik. Sadece kendi projelerimizi pazarlamaya çalışıyorduk. O zamanlar şu andaki kadar bir bilgiye, tecrübeye ve araştırmaya da sahip değildik. Görüşmeden çıktıktan sonra ve ofise döndüğümüzde akşama kadar ki konuşma konumuz sunduğumuz projeden çok Aria'nın pazarlama noktasındaki yanlış stratejileriydi. Kafamızda oluşan soru işaretleri şunlardı:

- Hedef üst sosyoekonomik gruptu ama bu zaten Turkcell'in elindeydi. Üst grup oturmuş bir gsm şebekesi yerine daha Türkiye'de bile tüm bölgelerde hizmet veremeyen bir gsm şebekesini neden tercih etsin? Zaten gsm'i daha çok kullanan kesim bu kesim değil miydi?
- Bu sorunun cevabı Aria tarafına göre basitti. "Çünkü biz gsm 1800'üz." Bunun halk dilindeki anlamı "daha iyi çeker"di ama ne zaman? Şirket altyapısını tamamladıktan sonra! Şirketin piyasaya girişteki konumlandırmasında daha ilk baştan çatlaklar vardı.
- Yeni girilen bir piyasada 2 firma varsa ve o firmalardan pazarda düşük yüzdeye sahip olanı %30 pazar payına sahipse; bu firmayı rakip olarak görmemek hangi pazarlama mantığına sığıyordu.
- Yeni girilen bir piyasada tutunmak için farklılıklar yapmak, dikkati çekmek, müşterilerin beklentilerini karşılamak gerekmez miydi? Müşteri kazanmak için müşterinin dilinden konuşmak gerekmez miydi?

Bize göre Aria potansiyel müşterisinin beklentisini karşılayacak gibi görünmüyordu. Aria yönetimi; sektörü, hedef kitleyi ve Türk insanını iyi analiz edememişti. Bunun gibi bir sürü yorumlar yaptık ama en önemli tespitimiz; "Aria bu mantıkla giderse 2 sene içinde pazarı terkeder" oldu. İlk sene pazarda tutunma süresi, ikinci sene de tutunamadığını gördükten sonraki çırpınma süresiydi. Ama anlaşılması zor olan şey de o kadar büyük harcamalarla ve büyük yatırımlarla piyasaya giren çok uluslu şirketin böylesine önemli bir noktayı nasıl kaçırdığıydı. Hele de İş Bankası gibi büyük bir Türk ortağı olmasına rağmen... Mutlaka ki Aria'nın başında çok tecrubeli, yetenekli ve geçmişi başarılarla dolu yöneticiler vardı. Ama bu kesinlikle yeterli gelmedi.

O sıralarda piyasaya Aycell girmişti. İlk sıralarda pek sesi duyulmayan şirket daha sonra stratejisini potansiyel müşterisinin beklediği gibi yani piyasaya rekabet getirerek düzenledi. Fiyatı düşürdü. Getireceği ek masraf yükü nedeniyle cep telefonunu fazla kullanamayan kesimler olan kamu çalışanlarına yönelik kampanyalarla hem kendine yeni pazar oluşturdu, hem de pazarı genişletmiş oldu. Türk halkının yapısına hitap eden imaj reklamları yaptı. Daha sonrada Aria ile birleşerek Avea markasıyla daha da güçlendi ve büyüdü. % 17 pazar payına ve 7 milyon aboneye sahip olmuş oldu. Aycell yönetimi, kendisini pazarda hissettirecek doğru stratejileri bulmuş, doğru uygulamış ve hedef kitlesini yakalamıştı...

Pazarlama; büyük yatırımlar yapıp, büyük paralar harcayıp, yüksek maliyetli reklamlar yapmak değildir. Bence, pazarlamanın en önemli 3'lü sac ayağını oluşturan unsurlar;

1- Pazarı iyi tahlil etmek ve tanımak,
2- Sattığınız ürüne göre hedef kitleyi doğru seçmek,
3- Seçilen kitleyi iyi analiz etmek ve doğru yönlerden yakalamaktır.

Bunları gerçekleştirebilmek için de gözlemci olmak ve tabiki de araştırmak ve çok okumak gerekiyor. Hatta ve hatta tebdil-i kıyafet halkın arasına karışıp birkaç saat vakit geçirmek bile insana pazarlama açısından yeni ufuklar kazandıracaktır...

13 Ekim 2006

Reklamın Atom Bombası Etkisi...

Reklam pazarlamanın en etkili silahı... Günümüz rekabet koşullarında bütün markalar reklama ihtiyaç duyduğu için artık salt reklam yapmak da kurtarmıyor. Firmalar üründen daha çok reklamlarda daha kıyasıya rekabet etmeye başladılar. Bu noktada yaratıcı reklamları gerçekleştirebilen firmalar ciddi rakamlar harcıyorlar ama geri dönüş olarak harcadıkları rakamı misliyle çıkarmakla kalmayıp pazar paylarını artırma imkanı yakalıyorlar. Öyle etkili bir hale geliyor ki, aile meclislerinde bile sohbet konusu haline geliyor bu reklamlar. Sonuç olarak "reklamın atom bombası etkisi" diye adlandırdığım patlama ortaya çıkıyor.

Rekabetin tüketiciye geri dönüşünün tüketicinin yüzünü güldürdüğü gibi yine reklamdaki rekabet de tüketiciye yarıyor. Ortaya çıkan görüntüler izleyiciye keyifli seyirler sunuyor.

İki reklam da Honda'ya ait. Birinci reklamdaki sesler müzik aletleri kullanılmadan tamamen koro üyeleri tarafından gerçekleştiriliyor. Honda Civic'in bu reklamı inanılmaz ilgi görünce satışlarda patlama yaşanmış ve yeni Civic'in Türkiye'ye gelişi 5 ay ertelenmiş.

İkinci reklam bilgisayar efekti kullanılmadan 606 kez tekrarlanarak 3 ayda çekilmiş ve 6 milyon $'a malolmuş.

İşte reklam sanatı...

1. Reklam





2. Reklam Linki




11 Ekim 2006

PAZARLAMA KABUSLARI

Küçüktük. Kapı çalınırdı. Kardeşler olarak boyumuzun yetmediği halde zar zor altımıza sandalye koyarak kapı gözetleme deliğinden bakardık. Sıkı sıkı tembihlenmişti çünkü: "Yabancı kapıyı çalarsa açmayın, PAZARLAMACILAR gelirse hiç ses çıkarmayın. Zili bikaç defa çalar giderler." İlk pazarlama kavramıyla tanışmam bu yıllara dayanıyor. Ve üniversite öğrencisi olana kadar da kafamda oluşan pazarlama şablonu 1 adım ileri gitmemişti.

Pazarlamacı; kapı önüne gelen, elinde ya battaniye ya su arıtma cihazı veya bilimum mutfak eşyaları olan ve bunları ısrarla, duygu sömürüsüyle veya hile yoluyla satmaya çalışan kişiye verilen isimdi benim için o zamanlar. Ve kapı açılmaması gereken kişilerdi. Çünkü bu pazarlamacılar (pazarlamacı kılığına girmiş bazı kişiler) bazen işi ileri götürüp çocuk bile kaçırabiliyorlardı Maazallah. (Çok yönlü pazarlama.) Pazarlamaysa; bu kişilerin yürüttüğü faaliyetti. :)


Küçükken büyük konuşmuşluğumda vardı pazarlamayla ilgili, hatırladığım kadarıyla. Kafamdaki pazarlamacı şablonu yüzünden "Hiçbir zaman pazarlamacı olmucam." dediğimi de hatırlıyorum hayal meyal... Hiçbir zaman aklımdan geçmezdi pazarlama departmanının şirketlerin beyni olan bir departman olduğunu. Aslında departmanın ne anlama geldiğini de bilmezdim ya, neyse artık. :)


Yıllar geçti. Artık büyük konuşmanın cezası mı diyelim, yoksa iyice sıkıcı bir laf olan globalleşen dünyanın etkisi mi diyelim, ne dersek diyelim sonuçta pazarlama yüksek lisansı da yaparak pazarlamacı sıfatını almış bulunduk. Lisede reklamcılığa ilgiyle başlayan ve reklamcılıkla ilgili okuduğum kitaplar sonucunda artık programlar arasında reklamlar değil de, reklamlar arasında program izlemeye dönüşen ve fikir üretimine yol açan bir ilgiydi bu. Bu ilginin devamında da temele, yani "PAZARLAMA" alanına ulaşmış bulundum.


Birkaç ay önce internette araştırma yaptığım birkaç konuya bakarken pazarlama bloglarına rastladım ve bende kendime bir blog açma kararı aldım. İlk yazımla da girişi yapıyorum. Bu blogta daha çok iş dünyası pazarlamasını işleyeceğim. Fakat zaman zaman hayata dair pazarlama yazılarıyla karşılaşacaksınız. Vatana, millete, pazarlama dünyasına ve cümle vesaire alemlere hayırlı, uğurlu, faydalı olsun...