28 Mayıs 2012

BASINDAN SEÇMELER - "hindi değil, Turkiye"

  • Euro D TV Haber Bülteni - "hindi değil, Turkiye!" haberi
  • Cihan TV - "hindi değil, Turkiye!" haberi


15 Mayıs 2012

hindi değil, Turkiye!


Amerika’nın Teksas eyaletinde yaşayan 3 Türk genci Bilal Bedük, Burak Bedük ve Yusuf Yıldız, dünyada yaklaşık 2 milyar insanın konuştuğu dil olan İngilizce’de Türkiye’nin ismi olan ve de hindi, saf, aptal, beceriksiz, dangalak, cahil, kuş beyinli gibi anlamlara gelen “turkey” isminin “Turkiye” olarak değiştirilmesi için internet üzerinden büyük çaplı bir proje başlattı. “hindi değil, Turkiye!” ismini taşıyan projenin internet sitesi www.hindidegilTurkiye.com . Facebook, Twitter, Youtube gibi paylaşım siteleri kullanılarak tanıtımına başlanan projenin Türkçe ve İngilizce dillerinde 2 ayrı internet sitesi bulunuyor. İngilizce sitenin internet adresi www.Turkiyenotturkey.com
Türkiye’ye verilen ismin hakaret ve küfür anlamlarına gelen bir isim olmasının küçümsenebilecek bir yanı olmadığını belirten proje kurucuları; Türkiye için yapılan hindi esprilerinin, yıllarca en komik dizi olarak seçilmiş televizyon dizilerinden, tv şovlarına, büyük firmaların reklamlarından, uluslararası büyük organizasyonlara, dünyanın en ünlü gazetelerinin ekonomi haberinden spor haberlerine kadar her yerde espri ve alay malzemesi olarak kullanıldığını ifade ediyorlar. Ayrıca yurtdışında yaşayan Türklerin her yerde bu tür seviyesiz esprilerle karşılaştıklarını ve bu durumun okul çağındaki diğer milletlerden olan çocukların Türk çocuklarına “hindi” lakabı takarak alay etmelerine kadar vardığını ve çocukların psikolojilerinde olumsuz etkiler yarattığını belirtiyorlar.
Projenin internet sitesinde bu proje için özel olarak hazırlanan videolar ve resimlerde, Türkiye ile hindi ismi üzerinden dalga geçilen görüntüler ve fotoğraflar paylaşılıyor. Ayrıca Amerikalıların “Turkiye” ve “I love Turkiye” dedikleri görüntüleri içeren özel bir klip hazırlanmış. Bu video, ana dili İngilizce olan Amerikalıların “Turkiye” ismini % 70 – 80 oranında doğru olarak telaffuz ettiklerini göstermesi açısından ilgi çekici. İnternet sitesinin Sıkça Sorulan Sorular sayfasında, bu değişiklikle ilgili insanların aklına gelebilecek tüm sorular teker teker cevaplandırılmış.
Projenin tüm Türkiye’yle birlikte gerçekleştirilecek bir Toplumsal Girşimcilik projesi olduğunu belirten proje kurucuları; öncelikle Facebook, Twitter, Youtube gibi paylaşım siteleri, e-postalar ve forumlar üzerinden tüm Türkiye’nin bu projeden haberdar edilmesini ve bundan sonra herkesin İngilizce konuşurken, yazarken “Turkiye” ismini kullanmasını hedefliyorlar. Türkiye’deki tüm özel şirket ve kamu kurumlarının İngilizce internet sitelerinde, Türk ürünlerinin ambalaj ve etiketlerinde, şirket ve kurumların tüm belgelerinde “turkey” yerine “Turkiye” ismini yerleştirmelerini sağlamayı amaçlıyorlar.
Atatürk’ün Samsun’a çıkarak Kurtuluş Savaşımızı başlattığı gün olan 19 Mayıs tarihinden itibaren başta Cumhurbaşkanımız ve Başbakanımızdan başlayarak önce Türkiye’deki konuyla ilgili kişi, kurum ve kuruluşlara, daha sonra Amerika Başkanı Barack Obama, İngiltere Başbakanı, BM Genel Sekreteri, NATO Genel Sekreteri başta olmak üzere ilgili kişilere ve dünyaca ünlü şirket ve kuruluşlara tüm Türkiye’nin desteğiyle milyonlarca e-posta gönderilmesini hedefliyor. 
Proje’nin amacının sadece ve sadece İngilizce’deki ismimizin “Turkiye” olarak değiştirilmesini sağlamak olduğunu ve projenin tüm masraflarını kendilerinin karşıladığını belirten proje kurucuları, internet sitesi ve projenin diğer sayfalarına hiçbir şekilde reklam kabul etmediklerini ve video paylaşım sitelerinde yayınlanan proje için hazırlanmış videoların gösterimi sırasında çıkan reklamlarla hiçbir ilgilerinin olmadığını belirtiyorlar.
Proje kurucuları, 7’den 77’ye internet kullanan herkesi projeyi duyurmaya ve 19 Mayıs’tan itibaren e-posta gönderimlerine katılarak İngilizce’deki ismimizin “Turkiye” olarak değiştirilmesinin bir parçası olmaya çağırıyorlar.

19 Eylül 2007

70 MİLYON TOPLUMSAL GİRİŞİMCİ GELİYOR!

www.toplumsalgirisimciler.com internet sitesiyle bir platform olarak faaliyetlerine başlayan Toplumsal Girişimciler, “Var mısın elini taşın altına koymaya?” sloganıyla herkesi, bugünümüzü ve yarınımızı şekillendirmeye çağırıyor. Toplum için faydalı olan her şeyi yine toplumun desteğiyle yaptırtmayı amaçlayan Toplumsal Girişimciler Platformu’nun hedefi 70 milyon Toplumsal Girişimci!

Toplumsal Girişimci olmak çok basit. İlk etapta herkesten sadece internet üzerinden yürütülecek projelere destek vermesi ve bu projeleri duyurması bekleniyor.

İşte her biri dünyada ilk kez gerçekleştirilecek 5 yeni Toplumsal Girişimcilik Projesi:



KUTU İÇECEKLER İÇİN HİJYENhttp://www.kutuicecek.com/ - http://www.canofdrink.com/


Kutu içeceklerin basit bir ambalajlama yöntemiyle şu anki sağlıksız durumundan kurtarılmasını hedefleyen hem Türkiye hem de dünya çapında bir proje.


OLİMPİYAT İSTANBUL 2009http://www.olimpiyatistanbul.com/
2009’da İstanbul’da olimpiyat oyunlarının bir örneğini gerçekleştirmeyi ve 2016 Olimpiyatlarını İstanbul’a getirtmeyi amaçlayan proje.


BİR DESTANDI ÇANAKKALEhttp://www.birdestandicanakkale.com/

Çanakkale Destanı için bir Hollywood filmi yapılmasını ve tüm dünyada gösterime girmesini hedefleyen proje.

TÜRKİYE İÇİN HER GÜN 3 DAKİKAhttp://www.hergun3dakika.com/

Herkesi evde, işte, lavaboda, arabada, otobüste, yürürken, televizyon seyrederken, yemek yerken, su içerken, kısacası her yerde ve her ortamda ülkemiz için bir fikir üretmeye çağıran proje.
25 YAŞ MECLİSİ - http://www.25yasmeclisi.com/

18 – 29 Yaş arasındaki tüm gençleri projeleriyle, düşünceleriyle, çözüm önerileriyle ülke yönetimine katmayı amaçlayan bir gençlik meclisi.

23 Mayıs 2007

Cehaletin Tanımı Değişti!...

Değişim, artan bir ivmeyle devam ediyor. Değişen sadece madde değil. Kavramlar bile bu değişimden nasibini alıyor. Cehalet kavramı da bundan nasiplenenlerden... Cehaletin sözlük anlamına baktığımız zaman “bilgisizlik” kelimesini görüyoruz. Aynı zamanda hakaret unsuru olarak çok fazla kullanılan bir kelime olan cahil kelimesi de, cehaletin sıfata dönüşmüş hali... Özellikle aşağılamak amacıyla insanların birbirine en fazla yapıştırdığı sıfatlardan bir tanesi. Aslında her insanın cahil bulunduğu bir konu olduğu halde, cahil tanımı daha çok genel düşünceler üzerinde değerlendirilmekte. Bu da insanın kendine bu kötü sıfatı yakıştırmak istememesinin en büyük bahanesi aslında. Kitap okuyan okumayana, eğitimli insan daha az eğitimlisine, büyük küçüğe, haberleri takip eden etmeyene, kendi düşüncesine katılmayan biri diğerine, kısacası bilgiye daha fazla sahip olduğunu düşünen, her zaman bir üstünlük kurmadaki en önemli silahını bu sıfatla kullanıyor. Bunun perdesini aralayıp arkasındaki sebebe baktığınız zaman kocaman puntolarla şu mantığı okuyabiliyoruz; bilgi en büyük güçlerden biri...

Bilgi, doğru veya yanlış kullanılsın hiçbir zaman güç olma özelliğini kaybetmiyor. Bilgiye sahip olan diğer güç unsurlarını elde etmede avantaja sahip oluyor. Bu nedenledir ki bilgiyi elde etmek adına büyük savaşlar oluyor. Bilgiye sahip olanı transfer etmek için astronomik ücretler veriliyor. Bilgi soyut bir kavram olmasına rağmen bütün somut kavramları etrafında toplayabiliyor.

Gücü meydana getiren unsurların en önemlisi de o şeyi elde etmek için gereken zorluk. Bir şeyi elde etmek ne kadar zorsa, onu elde ettiğin takdirde sana kattığı güçte o orantıda oluyor. Para, bilgi, iktidar, hitabet vs gibi kavramlar bunun en büyük ispatı. Bu nedenle bilgiyi elde etmek kolaylaştıkça bilginin kattığı güç azalıyor.

Geçmişten itibaren şöyle bir hafızamızı yokladığımız zaman garip sonuçlarla karşılaşabiliyoruz. Bilginin katlanma hızına baktığımız zaman, özellikle son yüzyılda dünyanın çok farklı noktalara ulaştığını görebiliyoruz. Bunu meydana getiren en önemli kavram iletişim! İletişim bilginin gücünü azaltan bir etken olmakla birlikte bilginin artışını tetikleyen en büyük kavram. İletişimin artmasıyla bilginin taşınma hızının artışı, bir yandan bilginin değerini düşürse de diğer yandan yeni bilgilerin ortaya çıkmasını sağlıyor.

Eskiden at üstünde, yaya olarak, ağızdan ağza, mektuplarla ve kitaplarla uzun sürelerde yayılabilen bilgi, bugün artık saniyelerle ifade edilebilecek hızda yayılabiliyor. Matbaa, radyo, televizyon, bilgisayar, internet sıralamasını yaptığımızda bilgi, bu araçlar aracılığıyla büyük kitlelere çok kısa sürelerde yayılmaya başladı. Özellikle internetin son 10 yılda insanları ve dünyayı ne kadar geliştirdiğini düşündüğümüz zaman bu hıza parmak ısırmamak elde değil. Bilgi artık saniyeler içerisinde dünyanın en uzak ucundan size gelebiliyor. Artık öyle duruma gelindi ki, medya bile haberlerde bir haberi yayınladım kaygısından çok, haberi en önce yayınlamak, en önce insanlara duyurmak kaygısına düşüyor. Dolayısıyla bu noktada bilgisiz insan sayısı ciddi oranlarda azalıyor. Bilgiyi artık 3-4 yaşındaki ufaklıklardan bile duyduğunuz olabiliyor. İnsanlar duyuyor, duyuyor, duyuyor ve bilgiyi ediniyorlar.

İşte tam bu noktada “cehalet artık bitti” gibi bir yanıltıcı düşünceye düşmemek gerekiyor. Çünkü tüm bunların sonucunda cehaletin tanımı değişiyor. Bana göre artık cehalet; bilgiyi elde edememek değil, insanların bilginin doğruluğunu veya yanlışlığını araştırmadan, kendi mantık ve fikir süzgecinden geçirmeden, bilgiyi özümsemesi, bu bilgiyi yayması ve savunmasıdır. Yazı konumu kardeşim Büşra’ya anlattığım şu cümlelerde güzel tespitte bulundu; “Cahil insanın beyninde elek eksiktir. O dışardan duyduğu bütün bilgileri alır. Fakat eleği olmadığı için hepsi amaçsızca beyninde birikir. Bilgileri ne ayırır, ne de düzenler.”

Üniversiteye başladığımızda iktisat dersinin ilk derslerinde Prof. Dr. Orhan Sezgin hocamız iktisat biliminin aslında herkes tarafından bilindiğini şaka yollu olarak anlatmıştı. Taksiye bindiğinde veya bir misafirliğe gittiğinde, birçok kişinin, beni ekonominin başına geçirseler sözüyle başlayarak, şöle yaparım böle yaparım, şöle yapsalar ülke kurtulur gibi ekonomiyi kurtarma edebiyatı yaptıklarından bahsediyordu. Bu teşhisi bizim de her an yaşama imkanımız oluyordu. Zaten ekonomik kriz içinde bulunduğumuz o dönemde şu tür benzer diyaloglara muhatap oluyorduk;

Keynes’in İstanbul şubesi : Üniversite mi okuyosun?
İktisat Öğrencisi : Evet.
Keynes’in İstanbul şubesi : Hangi bölüm?
İktisat Öğrencisi : İktisat.
Keynes’in İstanbul şubesi : İktisatçılar ne iş yapar? (birazdan ekonomiyi kurtaracak ama iktisat’ın ekonomiyle eş anlamlı olduğunu bilmiyor :) )
İktisat Öğrencisi : İktisat ekonomi demek. Ekonomist oluyoruz yani.
Keynes’in İstanbul şubesi : Ekonomide çok büyük yanlışlar yapılıyor. Yaw olayın çözümü üretim. Vericeksin teşvikleri. Yerli sanayiye, esnafa, halka. Üretecek millet kardeşim. Yaw ürettin mi, işsizliğin azalacak, gelirin artacak, dışa bağımlı kalmıcaksın, bi sürü faydası var… Para likitalarında da bi sürü hata yapılıyor.
İktisat Öğrencisi : Para likitaları diil abi. Para politikaları.
Keynes’in İstanbul şubesi : Ha likita ha politika. Ben geçen gün izlerken sonuna yetişmişim demek ki. Zaten politikayı da likitaya çevirdiler. Yani işte basit şeyler bunlar. Ben bile biliyorum bunları, ekonominin başındakiler nasıl akıl edemiyorlar anlamıyorum.
İktisat Öğrencisi : (Geyik olsun diye) Hımmm... Abi sen aşmışın. Bizim profları sollarsın sen. :)
Keynes’in İstanbul şubesi : Öle tabi ya. Bizde eğitimimizi televizyondan alıyoruz. İzliyoruz bi sürü ekonomi programı. Ne gerek var o kadar okula git falan. Sen ne diyosun bu konuda, katılıyosun di mi?
İktisat Öğrencisi : (Herkesin iktisatçı olduğu bir ortamda iktisatçı olmanın çelişkilerini ve asıl problemin zaten nasıl üretilecek sorusu olduğunu düşünerek) Abi biz daha o konulara gelmedik. :) Bir de John Lyly demiş ki; boş kap, dolu fıçıdan çok ses çıkarır.

Aynı hocamız “aslında iktisatçı olmak yerine bir beyin cerrahı olsanız bu tür durumlarla karşılaşmazsınız” demişti ama ben ondan da pek emin değilim. Sadece sosyal bilimler için geçerli bir durum değil bence. Yoksa 1999 depremi sonrası birçok kişinin Jeofizik Mühendisi kesilmesini neyle açıklayabilirdik. :)

Herkes her şeyi biliyor artık (bildiğini düşünüyor). Ordan okumuş, burdan duymuş, televizyonda görmüş, internette mailine gelmiş... Hiçbir şekilde özümsemeden, farklı bilgi kaynaklarından geniş çapta bilgi alınmadan, kendi mantık süzgecinden geçirmeden, kendi fikriymiş gibi anlatıyor yeni tanımımdaki cahil insan. Ezberci bir bilgi var ortada. Mantıklı bir değerlendirme yok. “Tek bir şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmiyorum” diyen Sokrates’in gösterdiği erdeme inat, her şeyi bildiğini düşünen insanların sayısı giderek artıyor. Hayata, olaylara, her şeye başkasının gözlükleriyle bakmayı çok daha kolay buluyor. Dolayısıyla eskisinden daha tehlikeli bir cehalet meydana geliyor. Cehaletin tanımı değişse de yine de Konfüçyus’un öğütünü her zaman akılda tutmak gerekiyor;

Bildiğini bilenin arkasından gidiniz,
Bildiğini bilmeyeni uyarınız,
Bilmediğini bilene öğretiniz,
Bilmediğini bilmeyenden kaçınız.

22 Mart 2007

ÇANAKKALE GEÇİLMEZ AMA PAZARLANABİLİR!..

Çanakkale Savaşı…
Tarihin o zamana kadar gördüğü en büyük çıkartma harekatı…
Dünya tarihinin genelinde de 1944 yılındaki Normandiya çıkartmasından sonra en büyük 2. çıkartma…
Karşılarında hiçbir kuvvetin dayanamayacağına güvenen bir kuvvet... Çanakkale'nin onlar için çerez olduğunu düşünen generaller…
Bir yanda Britanya İmparatorluğu, Fransa, Hindistan, Avustralya, Yeni Zelanda; diğer yanda Osmanlı'nın ölüme koşan askerleri…
Çok açık bir güç dengesizliği…
Ve akılalmaz bir müdafaa…

Ama gelin görün ki Çanakkale'yi bize öğretmediler okulda. Tarih derslerinde Çanakkale'yi savaş olarak görmüştük. Halbuki Çanakkale bir savaş değildi. Orada kurtarılan sadece topraklar değil, bir milletin kaderiydi. Okulda bizlere gösterilenlerden Çanakkale'ye dair tek hatırladığım 1914 - 1915 tarihleri oldu. Verilen sayısal rakamları (şu kadar top, şu kadar tüfek vs) zaten hiç hatırlamıyordum. Bize Çanakkale ruhundan bahsetmediler. Çanakkale ruhunu öğretmediler. Bize ölen 253.000 kişinin nasıl bir ruh haliyle savaştığını anlatmadılar. Havada uçuşan kollar, bacaklar, kafalar, yanında ölenlerle aynı kaderi paylaşacağını bile bile kurşuna, topa doğru koşan askerleri anlatmadılar. Savaş ortamının ne kadar vahim olduğundan bahsetmediler bize. Askerlerin sadece düşmana karşı değil, şehitlerin ve düşman kuvvetlerinin naaşlarından dolayı oluşan mikroplardan ve ihtiyaç gidermek için kazdıkları çukurlardan yayılan mikroplardan dolayı tifo'ya kolera'ya karşı da savaştıklarını söylemediler. Kahramanlarımızın o zorluklara karşı birde açlık ve susuzluk çektiklerinden hiç haberimiz bile olmadı. Çanakkale'de savaşanların dedelerimiz olduklarını söylediler, halbuki orda imkansızı başaranların çoğu, çocuk yaştaki askerlerden, daha yeni ergen olmuş gençlerden oluşuyordu. Zayıftılar, elbiseleri, botları falan yoktu. Üstlerinde yırtık kumaş parçaları, çoğu çarıklı veya çıplak ayaklarıyla, bazısı silahları bile olmadan düşmanın üzerine doğru koşmaktan bir an bile geri durmuyorlardı. Kadınların askere erzak taşıdığından, cephe arkasından destek verdiğinden bahsettiler fakat söyledikleri eksikti. Çünkü cephelerde savaşan, eli silahlı, cesur yürekli Türk kadınları göz ardı edilmişti. Bize düşmanın çoğunun kandırılmış sömürge devletlerinin askerlerinden meydana geldiğinin sözünü bile etmediler. Müslüman kardeşlerimizin bile bize karşı kışkırtıldığının esamesi duyulmadı. Savaşta yaralı taşıyan gemimizi ve bir hastanemizi vurmalarına karşın bizim onların Kızılhaç bayrağı çekilen bölgelerine kesinlikle ateş etmediğimizden bahsetmediler. Kızılay bayrağımızı görmelerine rağmen 18.000 gazimizi top atışlarıyla şehit ettiklerini bu yaşta ancak öğrenebildik. Winston Churchill'in zehirli gaz kullanma talebine, bunun insanlık suçu olacağını söyleyerek karşı çıkanlara cevap olarak
Türklerin insan olmadığını söylediğini yeni duyduk. 200 yıl boyunca hiç yenilmeyen İngiliz Donanmasının ilk defa Çanakkale'de yenilgiye uğratıldığını araştırarak öğrendik. Ertuğrul Koyu'nu savunan Ezineli Yahya Çavuş'un, 63 arkadaşı ile 3.000 kadar düşman askerine tam 12 saat boyunca karşı koyduğunu, gece yarısı Harapkale'deki bölüğe çekildiklerinde sadece üç kişi kaldıklarını, niye daha önce duymadığımızı anlamakta zorlanıyorum. On milyonda bir ihtimal olan mermilerin havada çarpışmasının, Çanakkale'de yüzlerce kez yaşandığını ve toprağı eşelediğin zaman kemiklere rastladığını ve toprağın hala kırmızı olduğunu Çanakkale'ye gidenlerden duymuştuk çocukken. 130 kadar İstanbul Tıp Fakültesi son sınıf öğrencisinin şehit olması nedeniyle 1921 yılında mezun veremediğini kaç Türk insanı biliyor acaba?

Çanakkale ruhu bize anlatılmadı. Bize öğretilmedi. Nerde yanlış yapıldığını bilmiyorum ama birşeylerin yanlış yapıldığı veya birşeylerin yapılmadığı kesin. İlköğretimde Çanakkale gezisinin müfredata konulmaması sizce de hala büyük bir eksiklik değil mi? Yazıyla ilgili bilgileri araştırırken konuyla ilgili pedagogların da içinde bulunduğu Japon heyetin bize verdikleri önemli bir derse rastladım. Yaptıkları incelemeler sonucunda dönemin Başbakanı ve Milli Eğitim Bakanı’na şunu söylüyorlar;

- Sizin gençlerinizde milli bilinç yok! Bu eğitimle gençlerinize milli şuur vermeniz de mümkün değildir!.

Kendi gençlerine nasıl milli şuur kazandırdıklarını uzun uzadıya anlattıktan sonra çözüm yolunu çok açık ve net biçimde şöyle belirtiyorlar;

- Sizin binlerce Hiroşima ve Nagazaki gibi değerleriniz var. Bizimkilerden çok daha etkili tarihi bölgeleriniz var. I. Dünya Savaşı içinde meydana gelen ve bir metrekareye 6 bin merminin düştüğü, 250 bin gencinizin vatanı için can verdiği Çanakkale Zaferi'nin kazanıldığı bölgeler; çocuklarınız ve gençlerinizin şok olması için yeter de artar bile… Dünyanın en gelişmiş ve en güçlü ordularına karşı Türkler, olmazı olduruyor ve bütün dünyayı hayretler içinde bırakan bir zafer kazanıyorlar. İnancın, azmin ve iradenin, tekniği yendiğini ispatlıyorlar. Bütün dünyaya meydan okuyorlar. İşte sadece bu olay, bu bölge ve bu zafer dahi gençlerinizin milli bilinç kazanmalarına yetecek niteliktedir. Bu sebeple gençlerinizi gruplar halinde Çanakkale'ye götürüp gezdirmelisiniz. Her Türk genci, Çanakkale Savaşları'nın olduğu bölgeyi mutlaka gezerek görmeli ve öğrenmelidir. Daha sonra onlara demelisiniz ki: 'Sizler birlik ve beraberlik içinde çalışmazsanız, güçlü ve kuvvetli olmazsanız, düşmanlar yine Çanakkale'ye gelirler, ülkenizi işgal eder ve öz yurdunuzda hür yaşamayı size çok görürler…'

Çanakkale Şehitlerimizin mezarlarını ziyaret etmenin onlara vefa göstermekle yakından uzaktan ilgisi olmadığını düşünüyorum. Orada yaşananları bilmenin, anlatmanın, insanın istediği zaman neler yapabildiğinin açıkça görüldüğü o mekanı ziyaret etmekle insanın kendisine ve ülkesine kazandıracaklarının şehitlerimize gösterilebilecek en güzel vefa olacağını düşünüyorum. Onlar zaten kendilerine vaat edilene kavuştular. Bizim onların uğruna öldükleri değerlerimizi korumak, onlara karşı en önemli görevimiz. Bu konuda devletin, Çanakkale Şehitlerine olan borcu da her yıl 18 Mart günleri törenler düzenlemek değildir. Devlet çağın gerektiği şekilde dünyada eşi olmayan zaferi herkese göstermek zorundadır. Soykırım Pazarlaması yazımda yazdıklarımı burada da tekrarlıyorum. Kültür Bakanlığı’nın Çanakkale Savaşı’nı kaliteli filmlerle ve yapımlarla, öncelikle kendi insanına ve sonrasında da tüm dünyaya tanıtması gerekmektedir. Bunu Türk sinemasının imkanlarıyla çekmenin zor olduğu düşünülebilir. Bir zamanlar Kaddafi’nin Çağrı ve Ömer Muhtar filmleri için yaptığını tekrarlamak hiçte zor değil. Bu filmler için yapılacak harcamaların kesinlikle katlarıyla geri döneceğini iddia ediyorum. Hollywood yapımcılarına yaptırılacak “Yüzüklerin Efendisi, Cennet Krallığı, Gladyatör, Truva, Pearl Harbor, Er Ryan’ı Kurtarmak vs” kalitesindeki filmler Çanakkale’deki Destanı dünyaya tanıtmamızı sağlayacaktır. Amerika Hollywood yapımı “Bir Zamanlar Askerdik, Pearl Harbor, İnce Kırmızı Hat, Rüzgara Konuşanlar” gibi filmleriyle haksız olarak savaştığı konuları bile drama dönüştürerek tüm dünyaya masumiyet perdesinin arkasında olduğunu ispat etmeye çalışırken, bizim Çanakkale gibi bir savaşı ele almamış olmamız bile neden ülke olarak gerilerde olduğumuzun göstergelerinden biri değil mi? “Ama Hollywood’la bizi nasıl kıyaslarsın?” gibi bir soru da gelirse, o zaman da “Kaddafi, Türkiye Cumhuriyeti’nden daha mı zengin?” sorusunu sorarım. Hem şunu da tekrar iddia ediyorum ki böyle bir filme ne kadar harcanırsa harcansın, mutlaka gösterime girdikten çok kısa bir süre sonra hasılatıyla çok daha fazlası kazanılacaktır. Böylece elde edilen gelirle, aynı kalitede, Türk tarihine ait zaferler, destanlarla ilgili farklı filmlerin yapılma imkanı yakalanmış olacaktır.

Onlar kendi zamanlarının koşullarının üstüne çıkarak, canları pahasına bu toprakları bize bırakmışken, bizim onların kanlarıyla yazdıkları tarihi öğrenmememiz, öğretmememiz, araştırmamamız, zamanımızın koşullarına uyan teknolojileri kullanarak öncelikle Türk halkına ve sonrasında da dünyaya tanıtmamamız sizce de çok büyük vefasızlık değil mi???


ÇANAKKALE’DEN...

Çanakkale Zaferi'ni oluşturan yüzlerce ferdi kahramanlıklardan biri olan Bombasırtı Olayı'nı Atatürk şöyle anlatıyor: ''Yalnız size Bombasırtı vakasını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasındaki mesafeniz 8 metre, yani ölüm muhakkak... Birinci siperlerdekiler, hiç biri kurtulamamacasına kamilen düşüyor, ikinciler onların yerine gidiyor. Fakat ne gıpta edilecek bir soğukkanlılık ve Allah'a güven biliyor musunuz! Öleni görüyor, 3 dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir korku ve çekinme bile göstermiyor, sarsılmak yok! Okumayı bilenler ellerinde Kuran'ı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-i Şehadet çekerek yürüyorlar. Bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren şayan-ı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki Çanakkale Muharebesi'ni kazandıran bu yüksek ruhtur.


* * *

Çanakkale Savaşlar'ında savaşıp, bir kolu ile bir ayağını kaybeden Fransız Generali Bridges, yurduna döndükten sonra anlattığı bir savaş hatırasında şöyle diyor:
"Fransızlar! Türkler gibi mert bir milletle savaştıkları için daima iftihar edebilirsiniz. Hiç unutmam. Savaş sahasında dövüş bitmişti. Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk. Az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zaiyat vermişlerdi. Bu sırada gördüğüm bir hadiseyi ömrüm boyunca unutamayacağım. Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeride kendi göleğini yırtmış onun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu. Tercüman vasıtası ile şöyle bir konuşma yaptık:

- Niçin az önce öldürmek istediğin askere yardım ediyorsun?

Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:

"Bu Fransız yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı. Birşeyler söyledi, anlamadım ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok. İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün". Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada, emir subayım Türk askerinin yakasını açtı. O anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan yaşlarımı dondurduğunu hissettim. Çünkü, Türk askerinin göğsünde bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutan ot tıkamıştı. Az sonra ikisi de öldüler..."
Fransız Generali BRIDGES
Çanakkale Savaşları Komutanı


* * *

35. Piyade Alayı'nın 2. Bölüğü'nde şaka eri olarak görevli bulunan Hayrabolulu Hüseyin Topuz, bu cehennemi savaşmada, siperdeki arkadaşlarının hiç olmazsa susuzluk çekmemeleri için elinden gelen gayreti göstermekte ve işini de hakkıyla başarmaktaydı. O gün akşama kadar süren çok şiddetli çarpışmalar yüzünden, Hüseyin doldurduğu fıçıları cephedeki arkadaşlarına ulaştıramamıştı.
Bir çukur içinde katırını korumaya çalışıyordu. Bulabildiği ilk elverişli dakikada yola koyulmuştu. Bir yandan karanlık çıkmış, bir yanda da vitaminsizlikten tavuk karası hastalığına tutulmuş gözleri kendisine yeterince yardımcı olamıyordu. Yolu seçemiyordu. Ama en kısa zamanda ulaşmalıydı arkadaşlarına (tüm gün savaşmış, susuz). Derken müthiş bir olayla karşılaştı. Yerden biter gibi yanı başında iki karaltı belirdi. Hüseyin işin fecaatini anlamada gecikmedi. Demek yolu şaşırmış, düşman hatları içine düşmüştür! Yapılacak bir şey yoktu. Soğukkanlılığını koruyarak zekasını kullanmak belki tek çıkar yol olacaktı. Hiçbir korku ve telaş göstermeden düşman askerlerine gülümseyerek katırının sırtındaki fıçıları gösterip;

''Kumandan, kumandan...'' diyerek el işaretiyle derdini anlatmaya çalıştı. Nöbetçiler bu garip düşman askerini doğruca kumandanın yanına götürdüler. Hüseyin, fıçılardaki suyu, kendi kumandanının yaralılara bir hediye olarak gönderdiğini uzun süren çabalarla anlatınca durum değişti. Düşman subayı bu insancıl jest karşısında derin bir memnuniyet duymuş, onu sabaha kadar ellerinden geldiğince ağırlamışlardı. Günün ilk ışıkları içinde, onu karşılık olarak, konserve kutuları, çikolata ve bisküvi paketleri ile yükleyerek bıraktılar. Düşman hatları içinden elini kolunu sallayarak geldiğini gören arkadaşları bu inanılmaz durumu anlamaya çalışıyorlardı.

Hüseyin onların sorularına meydan bırakmadan ''Affedin gardaşlarım, dedi. Suyu düşmana verdim emme boş da gelmedim. Hele şunları yiye koyun, iki saate kalmaz hepinizin matarasını doldururum Evelallah...''

Baha Vefa Korotay, Mehmetçik ve Anzaklar, Ankara 1987 s.167-170, Çanakkale savaşları, Gallipoli compaign, s.104; Niyazi a.g.e.,s.120-125

* * *

O gün Boğaz tabyaları arasında en çok iş gören ve en çok hasara uğrayan Rumeli Mecidiyesi Bataryası oldu.

Sabahtan beri muharebenin en şiddetli anlarında dahi, iki sahil arasında gidip gelmekten çekinmemiş olan Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa, tabyanın feci durumunu haber aldığı zaman, yine motora atlayıp Çimenlik İskelesi'nden karşı sahile hareket etti.
Cephaneliği berhava olan tabyanın durumu hâzindi... İstihkâm yıkıntıları arasında dolaşmakta olduğu sırada, bir ağacın altına uzanmış olan bir askerin hali dikkatini çekti ve yanına gidip; "Neyin var evlat?" diye sordu.
Nefer hemen yerinden fırlayıp esas duruş vaziyeti aldı. Çünkü sesi tanımıştı. Ama gözleri başka tarafa bakıyordu.
"Gözlerine bir şey mi oldu oğlum?.."
Nefer tok sesiyle; "Üzülmeyin efendim" diye cevap verdi ve devam etti..."Benim gözlerim göreceğini gördü!.."

Evet, düşman gemilerine tam isabet kaydedilmiş ve "Ocean" destroyeri hareket edemez hale getirilmişti.

Cevat Paşa, sessiz sessiz ağlıyordu...

15 Mart 2007

% 100 Müşteri Memnuniyeti Batırır!...

İnsan, ihtiyaçları sonsuz bir varlık. Hayatı boyunca birçok şeye ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaçları karşılamak için de zamanla değişen, farklı sistemlere başvurmuştur. Çünkü ihtiyaçlar o denli fazladır ki, bunu bir insanın tek başına karşılayabilmesi mümkün değildir. Günümüz insanının kozmetik, elektronik, eğlence, gezi gibi ihtiyaçlarını işin içine katmayıp, ilk çağlardaki insanları düşündüğümüz zaman bile bütün ihtiyaçlarını tek başına karşılamasının ne denli zor olduğunu tahmin edebiliriz. O dönemde insanlar sadece yiyecek ihtiyacını karşılamak için bile birçok şeyi aynı anda yetiştirememiş ve elinde olmayanları, elinde olanlarla değiştirerek mübadele yöntemini geliştirmişler. Böylece şu anda herkesin bağımlı olduğu ekonomi kavramı oluşmuştur. Mübadele yöntemiyle başlayan ekonomik hayat, bize müşterinin paradan daha eski bir kavram olduğunun da sinyallerini veriyor. Milattan önce 7. yüzyılda para Lidyalılar tarafından bulunduktan sonra ekonomik hayat çok hızlı bir şekilde gelişme göstermiştir. Aynı hızı müşterinin kazandığı değerde görsekte, müşterinin değerinde zaman zaman kayıplar meydana gelmiştir. Arzın az, talebin yüksek olduğu dönemlerde müşteri değer kaybetmiş, arzın artışa geçtiği dönemlerde ise müşteri kapma adına büyük çatışmalara bile rastlanmıştır.

Çağımızda arzın giderek arttığını ve müşterinin de aynı paralellikle hızlı bir şekilde değer kazandığını rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Müşteri memnuniyeti, crm, müşteri odaklılık, müşteri temsilcisi, iç müşteri, dış müşteri, bağımlı müşteri, müşteri değeri, müşteri hattı, 4C, müşteri ilişkileri yönetmenleri, müşteri, müşteri, müşteri… Ekonomik hayatın en üst katında artık müşteri oturuyor. Şirketler de artık o zirvelere ulaşabilmek için her türlü çabayı gösteriyorlar. Öyleki, artık şirketleri birçok noktada yönlendirenler, müşteriler. Ekonominin temelinde bile değişimlere neden oluyor bu durum. Klasik İktisat’ın temelini oluşturan, Fransız İktisatçısı Jean Baptise Say’in ortaya attığı “Her arz kendi talebini yaratır.” Say Yasası hükmünü kaybetmiş durumda. Arzın fazlalığı nedeniyle oluşan büyük rekabet ortamında talebi (müşteriyi) çekmek için artık oldukça farklı şeyler ortaya koymak, farklı hizmetleri de ürünle birlikte sağlamak gerekiyor. Bu noktada müşterileri elde tutmak için ciddi harcamalarla müşteri birimleri kuruluyor. Müşteri herhangi bir konuyla ilgili aradığında ulaşabilmesi için call center’lar, müşterilerle ilgilenen halkla ilişkiler departmanları, müşterileri birebir tanıyan müşteri temsilcileri, müşteri ilişkileri yönetmenleri vs… Müşterinin böylesine hızlı değer kazandığı bu ortamda müşteriye artık “kral” sıfatı yükleniyor ve son sözler şunlar oluyor; “Müşteri her zaman haklıdır.” “% 100 müşteri memnuniyeti.”… Buraya kadar her şey güzel giderken son sloganlarla büyük çelişkiler ortaya çıkıyor. Çelişkinin tek sebebi de memnun edilmeye çalışan varlığın insan olması…

İnsanoğlu özüne yabancı bir varlık. Egoları olan, suistimale açık bir ruh haline sahip. Bunlar, insanın içinde olan, fırsatını bulduğu anda kendiliğinden ortaya çıkan duygular. Dünyada bu duyguların esiri olanlar, onlara hükmedip kontrol altına alabilenlerden çok daha az… Bu tarz bir ruh haline sahip “kral” çevresine ne kadar rahatsızlık veriyorsa, bu mantığa sahip “kral müşteriler” de şirketlere ve hizmet sunanlara bu kadar rahatsızlık veriyor. Ayrıca müşterinin bu denli hızlı değer kazanması, sıradan bir insanken kısa sürede şöhret olanların girdiği bunalımlara girmesine de neden oluyor. Ben her zaman haklıyım mantığında hareket eden, haksız olduğu konularda bile bağırıp çağıran, kendisine her türlü hizmetin verilmesini isteyen ve bunu da düşük ücrete yapılmasını isteyen, en ufak şeylerin bile hesabını soran, isteklerinin gerçekleşmemesi durumunda firmayı terk edeceğine dair tehditler savuran hatta ve hatta bunu çevresine anlatarak kötüleyeceğini savunan müşteri kitlesi giderek artıyor. Tabi ki müşterilerin bu duruma gelmesinde rakip firmalardan pay kapmak isteyen firmaların etkisi çok büyük. Rekabet karşısında müşteri kaybetmek istemeyen veya piyasaya yeni giren müşteri kazanmak isteyen bazı şirketler, zarar etme pahasına müşteriye olan ekstra hizmetleri artırıyorlar. Fakat unuttukları en önemli nokta, hesapsızca ve plansızca müşteriye sağlanan ekstra hizmetlerin şirketin sonunu hazırlayabileceğidir. Coca Cola’nın Türkiye pazarında % 70’lik pazar payı olduğunu nerdeyse bilmeyen yoktur. Coca Cola’dan alım yapan birçok esnafta, coca cola’nın elemanlarının tavrından ve şirketin satış tarzının esnek olmamasından rahatsız olmaktadır. Bunlarla ilgili benim de şikayetlerim var. Konuyla ilgili Bölge Sorumlusu olan kişiyle görüştüğümde bu şikayetlerimi açık bir şekilde dile getirmiştim. Sorum şöyleydi; “Acaba Türkiye pazarındaki % 70 pazar payından dolayı mı Coca Cola çalışanları esnaflara (yani müşterilerine) karşı umursamaz ve şımarıkça davranıyor?” İfadem biraz ağırdı belki ama ciddi olarak böyle düşünüyordum. Karşı taraf bana; eğer çalışanların tavırlarında bir problem varsa bunun ciddi bir sorun olduğunu, mutlaka konuyla ilgileneceğini söyledi. Fakat esnafın genelde ödeme konularında esneklikler istediğini ve bu noktayı da sıkı tutmamaları durumunda piyasadan ödeme toplayamayacaklarını, bunun da kendilerini zor duruma sokabileceğinden bahsetti. Genelde de bu konudan şikayet geldiğini, yoksa ürünleri ulaştırma ve ürün kalitesi konusunda herhangi bir şikayet gelmediğini söyledi. Esneklik konusundaki tespitlerine hak verdim. Tabi ki müşterilere karşı her zaman % 100 saygı çerçevesinde davranılmalıdır. Fakat şirketlerin zarara uğramasını önlemek için kurallar koyması ve bu kuralların müşteri tarafından esnetilme talebini reddetmesi kadar normal bir davranış yoktur.

İnsanı yapısı gereği % 100 memnun etmek imkansızdır. Buna insanların sadece kendi menfaatlerini ön planda tutması ve ahlaki olmayan birtakım durumlar işin içine katılınca içinden çıkılmaz bir duruma giriliyor. Amerika’daki tüketici haklarıyla ilgili herkes az çok bir şeyler duymuştur. Amerika’da eğer aldığınız mal arızalı ise veya beğenmediyseniz, rahatlıkla götürüp geri verebiliyorsunuz. Geri verme süreci, aldığınız malın cinsine göre değişiyor. Bazı mallarda geri verme süreci birkaç hafta iken, bazı mallarda da aylar sürebiliyor. Amerika’da yaşayan dayıma bu konuyla ilgili sorular sormuştum. Bu hakların inanılmaz bir şekilde suistimal edildiğinden bahsetti. İnsanlar, aldıkları malları değiştirme süresinin dolmasına kısa bir süre kala gidip, beğenmediğini söyleyerek yenileriyle değiştiriyorlarmış. Wall Mart gibi dünyanın büyük zincirlerinden olan marketlerde geri iade oranının tabelalarda % 80 olduğundan bahsediliyor. Yüksek Lisans derslerinde Küresel Pazarlama dersi hocamız da Türkiye’den Amerika’ya gidenlerin dahi buna alıştığına ve iş için giden bazı kişilerin yanında bavul götürmeyip orada yeni elbiseler alıp, dönüşte de beğenmediğini söyleyerek geri iade ettiğinden ve işi iyice ahlakdışı boyuta taşıdıklarından bahsediyordu. Bu nedenle Amerika’daki firmaların “beğenmeme sebebiyle geri iade” konusuyla ilgili düzenleme getirilmesi amacıyla başvurular yaptıklarını da söylemişti. Tüketici haklarını korumak adına çıkarılan yasalar, müşterinin lehine doğru fazlaca uzatılmış, böylece tüketici suistimaline dönüşmüş. Tüketici hakları tabi ki korunmalıdır. Hatta Türkiye’de bu hakların tüketiciden yana olmadığını da rahatlıkla söyleyebiliriz. Fakat bunlara belli bir düzenleme getirirken yapılan düzenlemenin insan için olduğunu unutmadan, suistimallere engel olacak şekilde ve her iki taraftan birini mağdur duruma sokmayacak şekilde yapılması gerekiyor.


Dikkat edilmesi gereken konulardan bir tanesi de tanınan hakların geri çekilmesi konusudur. Bence insan için, en çok tepki doğuran davranışlardan bir tanesi verilen hakkın geri alınmasıdır. Eğer birine bir şey sağlıyorsanız bunun artısını eksisini, getirisini götürüsünü iyi hesaplamanız gerekir. Hakkı bir daha geri almamak için, üzerinde iyi bir analiz yapmak şarttır. Çünkü bir kişiye veya kitlelere verdiğiniz hakkı geri aldığınızda o kişi veya kitlelerden büyük bir tepki alacağınız gün gibi aşikardır. Benjamin Disraeli’nin bu konudaki tespiti tam anlamıyla yerine oturmaktadır; “Alışkanlıkların zinciri, önce hissedilemeyecek kadar hafif, sonra ise kırılamayacak kadar güçlü olur.” 2003 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’na Türkiye çapında Liselerde uygulanabilecek eğitim projemizi sunmak için Ankara’ya gitmiştik. O zamanlar Sağlık İşleri Daire Başkanı olan Cabbar Bey’e projemizi sunmak için odasına girdikten sonra, çok kısa bir görüşme yapmak isteyen, daha önceden de tanış olan bir şehirlerarası turizm firması sahibi geldi. Konuyu Ankara’nın trafiğinden açtı, buna Milli Eğitim Bakanlığı’nın müdahale edebileceğinden ve böylece trafiği bir nebze olsun rahatlatabileceğinden bahsetti. Sonunda sadede geldiğinde anlatmak istediğini anlamış olduk. Konu kısaca şöyleydi; turizm firmalarının otogarlardan semtlere, semtlerden de otogarlara yolcu taşıdığı müşteri servislerinin kaldırılmasını istiyordu. Bunun nedeni, ne Ankara trafiğiydi ne de başka bir şey. Tek sorun bu hizmetin kendilerine pahalıya patlamasıydı. Müşteri çekebilmek amacıyla bir süre müşteri servisi akımına kapılmışlar fakat daha sonra maliyetlerden rahatsız olup “bunu nasıl olur da tamamiyle engelleriz”in yollarını arar olmuşlardı.

Sonuç olarak şirketlerin bu büyük rekabette “büyük payı ben alayım” yarışını sürdürürken yapacakları hamleleri eskisine oranla daha fazla düşünmeleri gerekmektedir. Eğer ürün yanında “şunu da veriyorum, bunu da sağlıyorum” mantığıyla çok fazla açıldıkları takdirde trenlerde veya vapurlarda sadece 2 YTL’ye makasın yanında iğne seti, tırnak makası, cımbız, jilet vs gibi yaklaşık 10 ürünün tamamını veren işportacının müşterileri gibi sadece anlık satış yaptığı müşteri kitlesine sahip olmaları kaçınılmaz olacaktır. Çünkü firmalar, ekstra maliyetlerin artışından dolayı asıl sağladıkları ürün veya hizmetin kalitesinden ödün verebilecek duruma düşebileceklerdir. Böylece işportacıdan alışveriş yapan kişinin ürünlerin çoğunu kullanamayıp çöpe atması gibi müşteri de o ürünleri çöpe atıp firmaları terk edecektir. Bu noktada piyasalarda uzun süreli varolmak isteyen şirketlerin yapması gereken de sunduğu ürünü veya hizmeti istikrarlı bir şekilde kalite çerçevesine oturttuktan sonra, sürdürülebilir ekstra ürünler ve hizmetler sağlamaktır. Ancak bu şekilde % 100 müşteri memnuniyeti akımına kapılmayıp iflas denizinde boğulmaktan kurtularak, maksimum müşteri memnuniyetini sağlayabileceklerdir.

27 Şubat 2007

Esnaf Diyalogları

Türk ekonomisinin bel kemiğidir esnaflar. Sayıları 4 milyonu bulan esnaflar, Türkiyedeki ekonomik dengelerde büyük roller üstlenmektedirler. Fakat son yıllarda esnaflara bir dokunan bin ah işitiyor. Maliyetler, çeşitlilik, ödeme koşulları yönlerinden büyük firmalarla rekabet edememekten yakınıyorlar. Bunun yanında birçoğu, ekonominin kötü durumda olduğundan, ekonomik krizin kapıda olduğundan bahsediyorlar. Birçoğu diyorum, çünkü geride kalan küçük bir azınlık işlerini büyütüyor, büyük şirketler olma yolunda başarıyla ilerliyorlar. Sürekli işlerin kötülüğünden yakınanları incelediğiniz zaman söylemlerinde çokta haklı olmadıklarını görüyorsunuz. Bende yıllardan beri gözlemlediğim ve kendi yaşadığım esnaf diyaloglarını seri olarak yazmayı düşündüm. Hep beraber bir bakalım ekonomik kriz kapıda mı yoksa gerçekte krizi oluşturan insanların kendileri mi?...

Ali usta bir marangozdur. Komşu işyerinin tavsiyesiyle kaplama işi için çağrılmıştır. Gelip ölçüsünü almış, fiyatta anlaşılmış ve belli bir süre sonra da montajını yapmıştır. (Ara not: Ali usta ilk yaptığı işin ödemesiyle ilgili herhangi bir problem yaşamamıştır.) İkinci bir iş için çağırılmaktadır. Telefonla görüşülür, usta 1-2 gün içinde gelip ölçü alacağını söyler. Fakat aradan 1 hafta geçmesine rağmen gelmemiştir. Tekrar telefonla aranır. İşlerinin yoğun olduğunu, fakat mutlaka geleceğini söyler. 2-3 defa daha telefonla arandıktan uzun bir süre sonra Ali usta gelir ve şu diyalog yaşanır;

Marangoz arayan: Ustam hayırdır? Kaç defadır arıyoruz gelmiyosun. Para kazanmak istemiyosun galiba?

Ali Usta: Elimde büyük bir iş var abi. Bırakıp gelemiyorum bir türlü.

Marangoz arayan: Peki ustam niye o zaman "gelemeyeceğim, elimde iş var, sizinle ilgilenemeyeceğim" demiyosun da sürekli "gelicem gelicem" diyosun.

Ali Usta: Ya abi napıyim yani elimdeki büyük işi bırakıp küçük iş için mi geleyim?

Marangoz arayan: Ustam işin büyüğü küçüğü mü olur? Esnaflığa sığar mı bu laf? Bugün küçük iş alırsın bizden, yarın büyük iş. Hem yapamıcaksan, yapamıcam dersin. Boşuna oyalamazsın insanları. Bizde başkasından bakarız.

Ali Usta: (Sırıtarak) İşin büyüğü küçüğü olmaz da büyük işte bırakılmaz yani. Neyse abi kızdırdıysak seni kusura bakma. Geldim sonuçta. Alıyim ben ölçüyü.

Marangoz arayan: Yoğunsan al ölçüyü. Fiyat ver. Anlaşırsak, elindeki iş bitince gelip yaparsın. Acelemiz yok bizim.

Ali Usta: Tamam abi aceleniz yoksa hallederiz mutlaka.

Marangoz arayan: Bi çay verin ustaya.

Ali usta ölçüyü alır. Fiyat vermek için arayacağını veya faks çekeceğini söyler. Ne arar ne de fax çeker. Artık Ali ustadan ümit kesilmiştir. Çevre mahallelerden marangoz aranır. 1 tanesi elinde iş olduğunu, sonra geleceğini söyler ama gelmez. 2-3 ustayla daha görüşülür. En sonunda bir tanesi gelir. Ali usta ve diğerlerinin yaptıkları yeni ustaya anlatılır. Yeni usta, bu tür kişilerin esnaflığın ismini kötüye çıkardıklarını söyler. Kendisininde elinde iş olduğunu, fakat hemen dükkanına gider gitmez fiyat vereceğini, anlaşma yapıldığı takdirde 1 hafta sonra işe başlayabileceğini söyler. Çay içilir, muhabbet edilir. Usta gider. Birkaç gün geçmesine rağmen fiyattan bir haber alınamaz. 10 gün kadar sonra faks gelir. Fiyat 1.750 YTL olarak belirtilmiştir. Yapılacak işe göre fiyat çok yüksektir. Zaten usta sözünde de durmamıştır. Aylar geçer. İş bir türlü yaptırılamamıştır. Kaplamanın yapılacağı yerin görüntüsü rahatsız edicidir, fakat bir türlü işi yapacak usta bulunamaz. Ama hala piyasaların berbat durumda olduğu, esnafın kan ağladığı kulaktan kulağa dolaşmaktadır.
Yücel usta da bu tür işler yapan bir esnaftır. İşini iyi yapması nedeniyle başkası tarafından tavsiye edilerek telefonu verilmiştir. Telefonla aranılır ve ölçü alması için davet edilir. Söz verdiği gün ve saatte gelir. Ölçüsünü alır. Fiyatını verir. Pazarlık yapılır. Fiyat, 450 YTL olarak anlaşılır. Fakat işin önemli olan kısmı söz verilip, verilen sözün zamanında tutulmasıdır. Bu konu üzerinde konuşulur. Diğer esnafın yaptıklarından yakınılır. Söz verip tutmak önemli bir şeydir çünkü. Yücel usta, 1 hafta sonra cumartesi günü sabahtan gelip saat 12’ye kadar montajı yapacağına dair söz verir. Söz verdiği gibi cumartesi günü gelir ve saat 11:30’a kadar montajını yapar. Yücel usta, yaptığı bu işten dolayı, iş yaptığı kuruma bağlı diğer şubelerle de çalışarak kısa sürede yaklaşık 7.000 YTL tutarında iş gerçekleştirmiştir. İlerleyen zamanlarda büyük bir hata yapmadığı takdirde daha fazla iş alma imkanı bulacaktır. (Başka yerlere tavsiye edilerek alacağı işler hariç.) Yücel usta için kriz sözkonusu değildir. Büyüme yolunda ilerlemektedir.

Ali usta, Yücel ustadan daha eskidir bu meslekte. Ama Ali usta gibiler elindeki büyük işi bitirdikten sonra boşta kalacaktır ve "Kriz var abi, piyasalar çok kötü. Kimse iş yaptırmıyor, büyük firmalar bizi yedi bitirdi." söylemlerini kullanarak yaptıkları hataları göremeyeceklerdir. Yücel usta gibiler de, görüşme için söz verdikleri saatte ve söz verdikleri yerde olarak, müşteriyi yolmak yerine uzun vadede bağımlı müşteri kazanmaya çalışarak, anlaştıkları ürünü söz verdikleri sürede teslim ederek, işleri arttıkça yeni eleman alıp işyerini büyüterek, piyasadaki yerini sağlamlaştıracak, büyük bir şirket olma yolunda ilerleyecektir.

Son 150 yıldır her alanda sürekli yenilenmeler meydana geliyor. O kadar çok şey değişti ki… Esnaflıkta da artık sabah erkenden kepenkleri açıp, müşteri beklemek getiri sağlamıyor. Rekabet büyük. Esnaflar, artık kendi çapındakiler dışında kendinden kat kat büyük devlerle de mücadele etmek zorundalar. Müşteri çekmek için reklam materyalleri kullanmak, müşteri odaklı yaklaşımlar sergilemek, müşteriye ekstra hizmetler sunmak, teknolojiyi kullanmak, uzun vadeli kazançlar sağlayacak bağımlı müşteriler kazanmaya çalışmak gibi stratejiler artık sadece büyük şirketleri ilgilendirmiyor. Esnafında dikkate alması gereken kavramlar bunlar. İşin zorluk kısmına adapte olamayan kişiler, rekabetin yok ettiği eski tatlı karları özleyen büyük – küçük her ticari kurum, sebep olarak krizi işaret ediyor. Krizler tabi ki ekonomik hayatı altüst ediyor. Birçok şirket ve esnaf iflas edip kapısına kilit vuruyor. Fakat krizlerin sonucunda ekonomik hayat sona ermiyor, sadece yavaşlıyor. Sonuçta insanların nefes aldığı her yerde ihtiyaçlar söz konusu. Bu noktada ihtiyaçları en iyi şekilde karşılayanlar büyük krizlerden ufak yaralarla çıkarak daha sonrasında da büyüyebiliyorlar. Krizi hayatlarına ortak edenlerse çok fazla kurtuluş şansı bulamıyorlar...

NOT: Yukarda anlatılan kişiler, olaylar ve rakamlar tamamıyla gerçektir. Yakın zamanda yaşanmıştır.

18 Şubat 2007

Yükselen Yeni Trend: İşsizlik

Türkiye'nin uzun yıllardır en büyük ve en önemli problemlerinden biri işsizlik. Ekonomik hayattan çok sosyal hayata büyük darbeler indiriyor. İşsiz insanlar, ciddi ekonomik sıkıntılar da yaşıyorsa olumsuz eğilimler içine girebiliyor. İnsanlar işsiz kalmaları sonucunda psikolojik bozukluklar içine düşebiliyorlar. En sık görülen sorun da işsiz kaldıkların andan itibaren kendilerini işe yaramaz hissetmeleri. Bu durum psikolojilerinde gelecek dönemlerde de etki edebilecek derin yaralar oluşturabiliyor.

İktisatta işsizliğin tanımı; işgücü talebinin mevcut işgücünden az olması durumudur. Makro ekonominin ilgi alanına giren işsizliğin; iradi, gayri iradi, friksiyonel, konjonktürel, mevsimlik, yapısal, teknolojik ve gizli işsizlik olmak üzere çeşitleri vardır. İradi işsizlik dışındakiler ekonomiyle direk bağlantılıdır fakat iradi işsizlik daha çok kişilerin insiyatifindedir. Türkiyedeki işsizlik türlerinden benim dikkatleri üzerine çekmek istediğim türü de iradi işsizlik, yani madalyonun görünmeyen yüzü... İradi işsizliğin şu şekilde tanımlayabiliriz; piyasada geçerli olan ücreti kabul ettiği taktirde, rahatlıkla iş bulabileceği halde çalışmayan kişilerin meydana getirdiği işsizlik...

Geçenlerde gazetede okuduğum bir haber vardı. Yeni nüfus sayımı için eleman bulunamadığından bahsediyordu. 60.000 geçici eleman alımı yapılacaktı ve maaş 550 YTL idi. Aynı haberle internette karşılaştım ve altındaki okur yorumu dikkatimi çekti. Yorumlayan kişi "550 YTL ile kimsenin aile geçindiremeyeceğini aslında bu haberi yapan ve yayına koyan editörü bu işte çalıştırarak 550 YTL ile nasıl geçinilir"i görmelerini sert bir dille istemiş ve haberi eleştirmişti. 550 YTL ücreti küçümsüyordu. Peki, tersine düşünme sistemini harekete geçirecek olursak işsizlikten kıvranan bir kişi ayda "0" ytl kazanacağına, hatta yaşaması için harcaması gerekeni de hesaba katacak olursa (–) rakamlara düşeceğine göre, bu işe girip 550 ytl kazanıyor olması ona ne kaybettirir? Çalışırken bir yandan daha iyi bir iş imkanı araştırabilir ve en önemlisi psikolojik kayıplara uğramaz. Hatta yaratıcı düşünce örneği sergileyerek nüfus sayımına gittiği hanelerdeki işyeri sahiplerine CV bırakabilir ve daha iyi imkanlardaki nitelikli işlerin yolunu açarak ilginç başarı hikayesi sahibi bile olabilirler.

Bir ekonomide, normal şartlarda, koşulları diğerlerine oranla zor sayılabilen işlere başvuran yoksa, o toplum refah içinde demektir. Bu durumda o ekonomide işsizlik problemi yoktur ve çareyi kendi dışındaki düşük ekonomilerden işgücü transferinde bulurlar. Gelişmiş ekonomilerde bunlara sıkça rastlıyoruz ki Türkler’in Almanya'yı fethi de bu nedenle olmuştur. Fakat bir ekonomide işsizlik % 11'lerdeyse ve bazı işlere başvurularda yetersizlik görülüyorsa, toplumda işsizlik yüzünden sosyal bozukluklar görülüyorsa ve yine de insanlar iş seçiyorsa bu durumu sadece iktisat bilimiyle açıklamak kesinlikle mümkün olmayacaktır.

Eskiden, "pazarda limon satarım yine de aç kalmam" düşüncesi vardı insanlarda. Hatta bir fenomen halini almıştı bu düşünce. Türk filmlerinde bile işsiz kalan kahraman ilk olarak limon satmaya çıkardı pazara. Olması gerekende budur aslında. Gerçek anlamda ihtiyaç sahibi olan kişi, içinde bulunduğu durumu fırsatlara dönüştürmesini bilendir. Tabi ki bu fırsatlar hırsızlık, dilencilik, dolandırıcılık gibi toplumun düzenini altüst eden kötü işler değil. Otoyollardaki sıkışıklığı fırsat olarak değerlendirip camlara yapışmadan, sadece sergi usulüyle kağıt helva, ışıklı oyuncaklar, kuklalar, şarj aletleri ve tane muz satmak yapılacak işlerin en zorlularındandır. Kışın soğuğu, yazın sıcağı demeden gelir elde etmeye çalışır o insanlar. İlan edilen işlere başvurup daha sonrasında işe kabul edilerek çalışmak, bu işlerin yanında binlerce kat daha kolaydır. Konuyu kişinin kendisine, ailesine, ülkesine, ekonomiye, sosyal hayata vs katkı sağlamak açısından ele alırsakta, semt pazarı çıkışında, kaldırım üstünde kendi yaptığı kurabiyeleri satmaya çalışan teyze mi üstündür yoksa üniversite mezunu olupta maaşını ve şartlarını beğenmediği için çalışmayıp sürekli işsizlikten yakınan bir genç mi?

"Yaaa, adamlar sabahtan akşama kadar oturup emir veriyorlar, sürekli geziyorlar, altlarında arabaları, sahip oldukları evleri ve iyi maaşlarla çalışıyorlar. Doğru düzgün bişey yaptıkları da yok. İnsanda şans olacak şans..." gibi benzer söylemleri çoğu kişi duymuş veya söylemiştir. Bu sözler iş dünyasındaki düşük birimlerdeki şefliklerden tutun da Holding Yönetim Kurulu'na kadar belli yerlere gelmiş insanlar için söylenir genelde. Halbuki o yerlere gelebilmek için ne kadar çalışmıştır o insanlar. Hiçbir şekilde hesaba katılmaz bu durum. Herkes yükseklerde olmak ister. Fakat insanın ihtiyaçlarını karşılaması için çalışmaya ihtiyacı vardır. Başarı sağlam adımlar sonucunda gelir. Ani çıkışların inişi daha ani olur. Çünkü hızlı çıkan, yolda görmediği şeylerle yukarda mücadele etmek zorunda kalacaktır. O yüzden değil midir ki piyangodan para kazananların çok kısa süre içerisinde elindeki parayı bitirip eski hallerinden daha kötü duruma düşmeleri. Halbuki aynı parayı ve o paranın yüzlerce katını çalışarak kazanan kişiler parayı verimli bir şekilde kullanırlar. Bir inşaat işçisini alsanız, çalıştığı inşaat şirketinin başına geçirseniz, 1 ay süre ile kendisine bu imkanın verildiğini söyleseniz, hayalindeki her türlü imkanı sağlasanız, bu durum o kişinin şirketi iyi bir şekilde yönetmesine yeterli gelir mi? Yeterli olmadığı halde yükseklerde iş bulmak isteyenlerin bu durumdan bir farkı yoktur. Fakat aynı işçinin zaman içerisinde kendini geliştirerek ve yükselerek aynı makama oturduğundaki veya kendi şirketine sahip olduğundaki sonucun aynı olmadığını doğrulayacak binlerce yaşanmış örnek vardır.

Şans diye bir savunma tekniği oluşmuş insanlarda. Başarısız mısın? Şansımız yok de. Yükselemedin mi? Şans yok de. Gerçekleştirdiğin girişimde başarılı mı olamadın? Bende şans olsaydı erkek/kız doğardım de. İş mi bulamadın? Şans, şans, şans de sıyrıl... Bu öyle bir savunma tekniğidir ki, emek kavramını, çalışmayı, stratejiyi, pozitif düşünmeyi, adaleti kökünden siler atar. İnsana bir eziklik duygusu katar. Birkaç tane de doğrulayıcı yanlı örnekte varsa tamamdır. Bütün suç şansın olur. Çünkü şans olsaymış her şey mükemmel olurmuş o insan için.

Bir filozofa sormuşlar:
- "Şansa inanır mısınız?"
Filozof: - "Tabi ki inanırım, yoksa sevmediğim insanların başarılarını neyle açıklayabilirdim." demiş.

Tabi ki Türkiye'de işsizlik var. Tabi ki Türkiye'de gelir adaletsizliği de var. Fakat işsizliğin % 11 olmasını sağlayan etkenlerin içinde "insanların tatminsizliği, daha iyi koşulları yeterliliği olmadığı halde istemesi, gelişmeye kapalı olunması, kendini yetiştirmemesi, kısa yoldan refaha ulaşayım düşünceleri" de var. İşsizlikle mücadelede tabi ki devletin etkin hamleler yapması gerekiyor. Ama bunun yanında toplumdaki bireylerinde, içinde bulunduğu durum için "kimleri ve neyi suçlarız da bunu üzerimizden atarız"ı düşünmek yerine "bu durumdan nasıl olur da çıkarız"ı düşünmesi gerekiyor. Hayat insana altın tepside sunulmaz. Altın tepsiyi elde etmek için çok fazla kazımak gerekiyor. Suçlamaları yapmadan önce "acaba elimden gelen her çabayı gösterdim mi" sorusunu her defasında sorması gerekiyor insanın. Eğer bu da yapılmıyorsa, insanın aklına şarkılara konu olan bir tespit geliyor. "Herkes hak ettiği gibi yaşıyor!..."

28 Ocak 2007

Herkes Müşteridir Aslında...

İnsan; doğar, büyür ve müşteri olur. Öyle ki insanın çocukluk yıllarında en erken kazandığı sıfatlardan biridir müşterilik. Bakkallarda, marketlerde, çocuklara yönelik ürün satan her yerde çocukların ulaşabileceği en kolay yerde bulunur çikolatalar, şekerler, oyuncaklar. Hatta çocukken daha iyi müşteridir insanlar. Hiçbir pazarlama stratejisine gereksinim duymaz. Aslında en sevilen müşteridir de. Görür ve sahip olmak ister, gerisi önemsizdir... :)
Sonraları insan daha da büyür, erken veya geç bir şekilde iş hayatına girer. Artık hem müşteri hem de müşteriye hizmet veren pozisyonundadır. Sabah işe girerken içindeki müşteriyi çıkarır ve hizmet sunan olarak içeri girer. Öğle arasında yemeğe çıkar ve yine müşteridir. Dönüşte yine hizmet sunandır. Akşam çıkarken, alışveriş yaparken, tatile giderken, dönerken, evinde televizyon seyrederken, uyurken kısacası iş dışındaki tüm zamanlarda her zaman müşteridir. Hatta işteyken bile telefonda veya internet karşısında zaman zaman müşteri pozisyonuna geçer. Bu döngü sürekli bir şekilde devam eder. Fakat belki de insanın en büyük çelişkilerinden biridir müşteriyken ve hizmet sunarken takındığı tavır. Birçok insanın hizmet sunarken müşteriye bakış açısı, davranışı, konuşma şekli, hareketleri, kendisi müşteri konumundayken ciddi oranda değişebilmekte. "Fiyatlarımız sabittir, kesinlikle indirim yapamam" der mesela hizmet sunan olduğu zaman, fakat akşam eve gittiği zaman telefonla verdiği yemek siparişinde bile ısrarla indirim isteyebilir. Sahibi olduğu işyerinde "Müşteri her zaman haklı değildir"i savunur. Fakat kendi kullanım hatası nedeniyle bozmuş olduğu elektronik aleti iade etmeye çalışırken "müşteri her zaman haklıdır" der sinirli bir şekilde. Bankada işlem için sırada bekleyen kuyruğun uzunluğu iş yapma hızını hiçbir biçimde artırmazken, marketteki ödeme kuyruğuna sinirlenip kasiyere çıkışabilir... Milyonlarca örnek genel mantığı değiştirmeyecektir. İnsanların çoğunun hizmet sunan ve müşteri olduğu zaman ki bakış açısı çelişki içindedir.

İşletmelerin, dolayısıyla pazarlamanın en önemli kavramıdır müşteri. Müşteriniz olmadığı takdirde bütün pazarlama stratejileriniz anlamsız kalacaktır. Bu nedenle son yıllarda artan rekabet dolayısıyla da bütün firmalar "müşteriye oynamaya" başladılar. Verilen personel eğitimleri, açılan müşteri birimleri, hizmet politikaları vs. hepsi müşteriye yönelik olarak düzenlenmekte. Öyleki pazarlamanın en önemli karışımı sayılan 4P bile müşteri odaklı 4C'ye dönüştü. Fakat tüm bu dönüşümlerden sonra bile -her ne kadar eskiye oranla çok büyük gelişmeler yaşansa da- çalışanlardaki müşteriye olan bakış açısı değiştirilmediği sürece kayıplar yaşanmakta, dolayısıyla da müşteriler, faaliyet gösteren firmalardan bir oraya bir buraya giderek en iyi hizmeti sağlayanı aramaktan vazgeçmemektedir. Şirketler personel eğitimi için ciddi rakamlar harcamakta. Satış eğitimleri, müşteri odaklılık, CRM vs hepsi müşteriye daha iyi yaklaşım için. Hatta son zamanlarda şirketler, müşterilerin olumsuz yaklaşımlarından etkilenen personel için psikolojik destek sağlamaya kadar gidebiliyorlar. Aslında çözüm tersine düşünmek kadar basit. Çünkü "herkes müşteridir aslında" ...

Müşteriye yaklaşım sergilerken, iletişim kurarken, sunum yaparken hayatın büyük bölümünde müşteri olduğunu unutmayan hizmet sunanın tavırları, unuttuğu zamankiyle aynı olmayacaktır. Kendine yapılmasını istemediği bir şeyi başkasına yaparken tekrar düşünecektir. İnsan iletişiminde müthiş bir sözdür zaten "Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma." Dünyadaki bütün altınları ve değerli madenleri toplasanız yine de bu sözün değerine ulaşabilecek bir değer oluşturamazsınız.

"Herkes müşteridir aslında" sözünü, "kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma" sözüyle birleştirdiğiniz zaman birçok problemi ortadan kaldırmak için büyük bir adım atmış olursunuz. Bu iki sözü önce kendinize ve sonra çalışanlarınıza benimsetebilir ve hakkıyla uygulatabilirseniz müşterilerin kapınızda kuyruk oluşturduğunu göreceksiniz, tabi o kuyruğu azaltmak için var gücüyle çaba sarfeden çalışanlarınızı da... :)

Herkesin "kendine istemediği bir şeyi başkasına yapmadığı" müşteriler haline gelmesi dileğiyle...

21 Ocak 2007

Blog Yazarlarıyla Değişimi Yakalamak...

Geçen hafta cumartesi günü Milliyet Blog Yazarları buluşmasındaydım. Milliyet binasında organize edilen buluşma, eğlenceliydi. Canlı müzik ve yemekler oldukça kaliteliydi. Sonrasında Milliyet Blog hakkında ayrıntılı bilgi verildi ve soru cevap şeklinde talepler alındı. Doğan Medya Grubu Yönetim Kurulu’ndan da, yazarlara destek amacıyla katılım gerçekleşmişti. Genel olarak güzel geçen organizasyonun bana göre en büyük eksiği buluşma programının katılımcılara bildirilmemiş olmasıydı. Ben programa 30 dakika kadar geç katılabildim. Canlı müzikle başlayan organizasyona sonradan katılanlar genelde şaşkınlık yaşadılar. Çünkü çoğu insan tek gelmişti ve daha çok genel bir tanışma şeklinde olacağını düşünüyorlardı. Bazı geç gelen kişilerin biraz durduktan sonra çıktıklarını gözlemledim. Canlı müzik sona saklansaydı daha eğlenceli olabilirdi. Uzatmayayım, sonuç olarak güzel bir organizasyondu ve benim üzerinde durmak istediğim başka şeyler var...

Dünyadaki değişim son yıllarda sadece baş döndürmekle kalmıyor adaptasyonu da zorlu kılıyor. Her yüzyıla ayrı bir isim takılmasına rağmen bu yüzyıla isim takılması bence oldukça güç. Bilgi çağı, teknoloji çağı, iletişim çağı, uzay çağı, internet çağı, enformasyon çağı... Bu isimlerin hepsini taşıyan bir çağa hangi ismi tek başına takabilirsiniz ki? Haliyle bu kadar ismi barındıran çağı yakalamakta oldukça zorlaştı. Sadece bilgisayarları ele alalım. 8 yaşımda pc kullanmaya başladım. Karne hediyesi olarak babamın aldığı pc, sistem disketiyle açılıyordu. Hard diski yoktu. Şu andaki cd kutularından büyük olan 5.25'lik disketler yerini 3.5'luk HD disketlere bırakmıştı. Şu anda 1 mp3'ü zip’leyerek bile koyamayacağınız disketlere bir sürü oyun sığıyordu. Dos işletim sistemini kullanıyorduk. O zamanlar, Windows 3.1 sadece bir programdı. Oynadığımız oyunlar pacman, gorilla, tetristi. Bilgisayar kullanmak için bir sürü komut bilmek zorundaydınız. Bit ve byte olarak kapasiteler vardı. Sonraları Windows, işletim sistemi oldu. Bilgisayar kullanmak için sadece mouse yeterli gelmeye başladı. Bilgisayarların harddiskleri megabyte ve sonraları gigabyte'larla ölçülmeye başlandı. 386, 486 diye giden anakartlar Pentiumlara geçiş yaptı. Ram'ler arttı. Cd diye bir teknoloji ortaya çıktı ve 3 boyutlu oyunlar bulundu. Bunlar sadece 6-7 yıl içinde olan bir değişimdi. Aynı şekilde gelişim internet bulunduktan sonra da devam etti. En iyi bağlantı hızı 14k iken 15 dakikada sadece yazıları açılan yahoo sayfası şimdi 512k ile saniyesinde açılmadığı takdirde yavaş deniliyor. Her kurumun internet sayfası olmak zorunda. (3-4 yılllık aktif bilgisayar kullanıcısı herkes yukardaki yazdıklarımı rahatlıkla anlayacaktır.) Artık araştırma yapmak için kütüphanelere de gitmeniz gerekmiyor. Her türlü yazılı görüntülü ve sesli bilgiye sadece ekran karşısına geçerek ulaşabiliyorsunuz. Böyle bir ortamda her alanda çok büyük değişimlerin çok kısa sürelerde gerçekleşebildiğine şahit oluyorsunuz.

Milliyet'in blog oluşturması da basın açısında büyük bir değişim. İnternette haber takibinin daha etkin biçimde kullanılıyor olması sanal ortamda da rekabeti kızıştıran bir faktör oldu. Sadece internette faaliyet gösteren basın bile var artık. Bu nedenle diğer yazılı ve görsel basın internette de aynı rekabete ayak uydurmak zorunda kaldı. Yenilikler, haberi ilk ve doğru ulaştıran olmak, ilk görüntüleri yayınlamak, basın için rekabetin vazgeçilmezi gibi görünse de artık yeterli gelmiyor. Çünkü artık, hemen hemen bütün basın aynı hıza ulaşmış durumda. Bu nedenle her alanda olduğu gibi farklılıkları entegre ederek rekabette öne geçilebiliyor. Milliyet Blog da bunun başarılı örneklerinden biri. İnternet günlüğü olarak dünya çapında hızlı bir şekilde yayılan kişisel blogların gazeteyle bağdaştırılarak yazarlık mantığında bütünleştirilmesi başarılı bir çalışma. Ayrıca blog yazarlarının yazılarının itinayla seçilmesi de bence bu başarıda önemli bir yerde. Her yazının yayınlanıyor olması belki de amacı aşan bir hale getirebilirdi blogları. (Tabi bunu yaparken de Milliyet'in sansürle seçmeyi birbirine karıştırmaması gerekiyor.)

Milliyet Blog Yöneticisi buluşma günü hedeflerini çok net biçimde ortaya koydu. "Blog denilince Türkiye'de akla gelen ilk isim olmak." Net ve önemli bir hedef. Bunun için pazarlama noktasında büyük avantajları var. Türkiye’nin en iyi gazetelerinden biri olması, büyük medya grubu olan Doğan Medya'nın bir kuruluşu olması ister istemez diğer blog sağlayıcılarına göre daha avantajlı duruma getiriyor. Diğer blog sağlayıcılarına göre eksiği olarak sayabileceğim 2 nokta var. Blogların görünümlerine yeterince arka plan ve estetik sayfa biçimleri katılmamış olması ve resim, video ekleme özelliklerinin olmayışı. Bu ikisi de zor noktalar değil. Kısa süre içinde gerçekleştirilebilecek şeyler.

"Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir" sözü giderek kulaklarda daha fazla çınlıyor. Değişime en hızlı ayak uyduranlar öne geçiyor. Beklemek ve değişimden sonra harekete geçmekte artık yetersiz. Değişimi önceden fark etmek ve adaptasyon sürecini kısaltmak, başarıya ulaşmada etkin bir faktör. "Değişimi yakalamak" artık dillere pelesenk olmuş vaziyette. Değişim ve gelişim kardeş kavramlar olarak anılıyorlar. Böyle bir ortamda değişime karşı direnenler, ne kadar büyük olursalar olsunlar başarısızlık çukurunda yerlerini almak zorunda kalıyorlar.

Bulunduğumuz çağa "Hızlı Değişim Çağı" ismini koyarak listeye bir isim de ben eklemiş olsam, sanırım yersiz olmaz... :)